• BIST 9915.62
  • Altın 2435.681
  • Dolar 32.5203
  • Euro 34.8906
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C
  • Van 19 °C

SİVİL MÜCADELEDE KADININ ROLÜ

Mehmet Taş

 

 

 

 

            Bütün güzel vasıflarla kâmilen muttasıf, bütün güzel isimlerin, sonsuz ilim ve hikmetin ve de din gününün yegâne sahibi olan Allah (cc)’ın adıyla…

 

O’dur bizleri var eden, bize hayat veren, bize yol gösterici hayat rehberleri gönderen ve hidayete ulaştırıcı hayat nizamını vazeden… Gelişimizin mutlak şekilde kendisinden olduğu gibi; dönüşümüzün de yine mutlak şekilde kendisine olacağı Yüce Rabbimizin gazabından emin, rızasına nail olacak bir düstur üzere olabilmek dualarımla…

Dergimizin bu sayısında da okuyucularımızla buluşmak nasib oldu. Rabbimin rızasına matuf daha nice sayılarla uzun soluklu beraberlikler temenni ediyorum… Sonsuz kerem sahibine sonsuzcasına hamdu senalarla…  

            Unutulmamalıdır ki; Rabbimizin hiçbir fiili hâşâ yersiz, anlamsız, gayesiz, hikmetsiz ve sebepsiz değildir. İnsanın yaratılış sırrında; elbette ki bizlerin bilip bilemediğimiz, anlayıp anlayamadığımız, kavrayıp kavrayamadığımız nice hikmetler vardır. Bizler, bir taraftan aklımızın erdiği, havsalamızın aldığı kadarıyla bu Rabbani hikmetleri anlayıp, kavrayıp yaşamaya çalışırken; işin arka planını fazla da karıştırmaya heveslenmemeliyiz! Esas sorumluluğumuz ise; mümin olarak Rabbimize karşı olan kulluğumuzu gereği üzere ifa etmeye yönelmemizdir.

            İnsanlığın tarihi bir bakıma hak ile batılın, hidayet ile dalaletin, mazlum ile zalimin, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın birbiriyle mücadelesi tarihidir. Bu mücadele, insanın var olmasıyla birlikte var olmuş ve şüphesiz ki insanoğlu var olduğu sürece, bu mücadele de var olmaya devam edecektir. Zira O, insanı iki cevherden müteşekkil olarak yaratmıştır. Bu iki cevher; “deni ve “derun”i cevherler-yönlerdir. Deruni yönü daima hayra yönelik iken; den’i yönü daima şerre yöneliktir. İnsanda mevcut olan bu iki eğilimdir ki; fert olarak insanın kendi benliğinde, kişiliğinde yaşamakta olduğu çatışmaların, kargaşaların ana saikıdır. Aynı özellikler insanlardan müteşekkil olan toplumların gerek kendi içinde ve gerekse toplumlar arasındaki toplumsal ilişkilerde yaşanan her türlü kargaşanın, şiddetin, düşmanlığın ve hatta savaşların, katliamların da temel kaynağı olmaktadır.

Aslında, yaşamakta olduğumuz toplum içinde kullanılagelen yanlış bir algılayış ve ifade tarzına öncelikle parmak basmak isterim. Evet, toplumumuzda bu gün nefis; tamamıyla dünyevi yönü temsil eden insanın den’i yönü ile eş anlamlı olarak ifade edilmektedir veya kabul görmektedir. Oysaki nefis; sadece kötülükten müteşekkil değildir. Kişinin nefsini kullanma, yönlendirme şekline göre nefis de yapı/muhteva kazanmaktadır. Rabbimiz, Ayeti Celile de bu gerçeği şöyle ferman buyurmaktadır: “Nefse ve onu şekillendirene; ona fücurunu (bozukluğunu/isyanını) ve takvasını (korunmasını, itaatini)  ilham edene yemin olsun.” (1)      

Evet, Şems Suresindeki bu ayeti kerimelerde Rabbimiz, nefsin ayrı iki haline dikkatlerimizi çekmiş bulunmaktadır. Şöyle ki:

  1. Fücur! (Bozgunculuk, isyan…): Bu nefis ile insan, yeryüzünün en aşağılık, en zelil en den’i yaratığı olmaktadır… Bu nefse, nefsi emare denilmektedir ki; sadece ve sadece insana kötülüğü emreder!!!
  2. Takva! (Korunma, itaat…): Bu nefis ile de insan; yeryüzünün en şerefli, en kıymetli ve itibarlı varlığı haline gelmektedir… Bu nefis, Rabbine karşı haşyet üzeredir.

Evet, burada esas sorumluluk nefsin kendisine değil; o nefsi kullanan insana düşmektedir. Araç-gereç tamamen kullanıcının elindedir… Anlaşıldığı üzere nefis, özü itibariyle kötü değildir. Nefis, bir bakıma insanın ‘ben’idir, kişiliğidir. Kişinin yaratılışından kaynaklı, mana ve maddeden müteşekkil terkibidir, bütünlüğüdür. Lekesiz, artısız-eksisiz bir sayfadır!!! Nefis; her daim an itibariyle aslında insanın izzeti, şerefi, bulunduğu konumu, üzerinde olduğu mevcut halidir.  Başka bir ifade ile nefis; insanın o anki hayat pratiğidir, yaşam şeklidir. Dolayısıyla nefis, kullanıma bağlı olarak her türlü şekli almaya elverişlidir. Tabiri caiz ise bir miktar suyun içine aktarıldığı herhangi bir kabın şeklini aldığı gibi…

Aziz kitabımız, hayat kaynağımız Kur’an, nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin heva ve hevesine karşın; aynı zamanda onu daima iyiliğe, rabbini anlamaya, tanımaya ve itaat etmeye çağıran nefsin vicdani yönünden de bahseder. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir anlamda kulu; kulluğa, doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan, gaflete düşmeden sürekli olarak bu rabbani sese kulak verdiği, takvaya yöneldiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavramaya azmettiği takdirde; sürekli olarak doğru yolda ilerleyecek, hidayet üzere sebat ederek, Rabbimizin tavsiye buyurduğu istikametten şaşmayacaktır…

“Ey mutmain (huzura eren) nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön.” (2)

            İslam Tasavvufunda ise nefis konusu daha ağırlıklı ve geniş olarak ele alınıp işlenmektedir. Bu alandaki eserlerin pek çoğunda nefsin yedi mertebesinden bahsedilir ki, kısaca şöyle sıralayabiliriz: (3)

1-Nefsi emare; “Muhakkak ki nefis daima kötülüğü emredicidir.”  (4)       Tümüyle kötülüğü emreden; iyilikle yakından uzaktan ilgisi, ilişkisi olmayan nefis/kişilik yapısı! Emredici nefis!!! Rabbi ile asla ilişkiye girmeyen, hakka yönelmeyen ve daima kötülük üzere olan nefis!!! İnsanlar arasında vuku bulan bütün kötülüklerin ana kaynağı ve ana sebebi…

2-Nefsi levvame (Pişmanlık duyup): Zaman, zaman işlediği hata ve yanlışlardan, cürümlerden pişmanlık duyan ve bu pişmanlığın verdiği rahatsızlıktan dolayı kendisini kınayan nefis mertebesi…  Ve bu nefse diriliş günü hatırlatılmaktadır Rabbi Rahman tarafından. Kınamakta olduğun haline dikkat çekilmek istercesine; ölüm ötesine, hesaba çekilmesine, mükâfat ve mücazat bir bakıma hatırlatılmaktadır.  ”Daima kendini kınayan nefse de yemin ederim (ki öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz). “ (5) 

3-Nefsi Mülhime: Bu nefis bir basamak daha ileri olandır. Zaman, zaman ilham olunan, kendisini Rabbine yönelten, Rabbine yönelmekten hoşnutluk ve mutluluk duyan nefistir. Ama yine de Rabbimiz birtakım hatırlatmalarda bulunmaktadır. Nefsini temize çıkaran ve kir içinde bırakan kişinin Rabbi katındaki yeri ve konumu özenle hatırlatılmaktadır. “Ki onu (nefsini günahlardan) temizleyen kimse muhakkak kurtulmuştur. Onu (isyanıyla) örten ise muhakkak hüsrana uğramıştır.” (6)  Ki zaman, zaman ilham olan/olunan nefistir…

4-Nefsi Mutmainne: Bu nefis bir adım daha ilerlemiş olup; Rabbi ile birlikte olmaktan tatminlik duyan, huzursuzluğun ve kaygının her türlüsünü arka plana atan nefistir. (Allah mümin kuluna ise) Ey nefsi Mutmainne! (Huzur içinde olan, tatmin olan nefis!) (7)

5-Nefsi Radiyye:  Bir basamak daha üst nefistir ki; artık Rabbi o nefisten razı olmuştur. Çünkü bu nefis tam anlamıyla Rabbine içten bir teslimiyet üzeredir. Şeytani bütün yolları kapatmış ve Rabbi isa sağlam bir beraberlik kurmuştur. “Sen O’ndan razı ve O’da senden razı olarak, O’na (Rabbine) dön. Artık Salih kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”  (8)

6-Nefsi Mardiyye: Bu nefis için ise Rabbi ile karşılıklı olarak bir hoşnutluk, bir razı olmuşluk/olunmuşluk söz konusudur. Yani hem (Rabbi tarafından) kendisinden Razı olunan, hem de (kendisi Rabbinden) razı olan nefis. (9)

7-Nefsi Kamile: Kemale ermiş, kusursuz, tam arınmış olan nefis…

Kısaca değindiğimiz gibi nefis, başlı başına kötü değildir. Kişinin nefis ile olan ilişkisi, nefsi ya asi ya da muti kılar…

Efendim, nefsin sivil direniş ile ne alakası var (?) diyenler olabilir! Unutmamak gerekir ki; eğer bir yerde sivil direnişten bahsediliyor ise; orada insanlara yönelik, insanların hürriyetine, hak ve hukukuna yönelik, adalete yönelik sıkıntılar var demektir! Bu sıkıntıların baş müsebbibi ise insanların bir kısmının nefsini, heva ve heveslerini putlaştırması ve tüm bunların peşine takılması, nefsine (kişi olarak nefsine, toplum olarak ta nefislerine) zulmetmesidir. Bütün bu olumsuzluklara karşı ise fıtratını bozmamış, insanlığını yitirmemiş, kendisini dünyalıklara kaptırmamış, nefsini terbiye ve tezkiye edebilmiş, deruni yanını geliştirmiş olan asil insanların karşı çıkışı,  direnişi söz konusu olacaktır. Hal böyle olunca, çok kısıtlı da olsa; nefsin bu yönünü okuyucumla paylaşmak istedim. Bu açıdan nefsin sivil direniş ile yakından alakası bulunmaktadır diye düşünerek; kendi çapımda bu yaraya parmak basmak zorunluluğunu hissettim…

Rabbimiz, bütün yaratılmışlar gibi insanı da erkek ve dişi olmak üzere ve birbirini bütünleyecek şekilde çift yaratmıştır. Bunun nedenine, niçinine girmeden; bu yaratılışın neticesi olarak her iki cinsin de hayatı ortak yaşadığı gerçeğinden hareketle; sivil mücadele zaviyesinden bakarak hayattaki rolleri üzerinde duracağız inşaallah…

“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah yolunda büyük dereceleri vardır. İşte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.” (10) 

Ayeti kerimede belirtilen üç husus üzerinde durmak gerekir:

1-İman edenler: Rabbimiz, kendisine gereği üzere inanıp, gereği üzere teslim olmayı kadın –erkek ayırımı yapmadan kullarına farz kılmıştır. İman bir diriliştir… Cahiliye uykusundan, uyuşukluğundan gafletinden uyanmadır, dirilmedir. İman, bir beşer olan insanın, insanlık makamına olan miracıdır…

2-Hicret edenler: Allah’a gereği gibi kulluk yapma zemin ve şartlarının olmadığı yer veya halden; her türlü zorluk ve meşakkatlere göğüs gererek Allah(cc)’a kulluğun yaşanabileceği yere veya hale geçmedir.

3-Cihad edenler: İnsanı saran iç veya dış etmenler mecmuasında her ne varsa, bunlara karşı çabalamak ve var gücüyle gayret göstermektir. Rabbinin rızasını kazanmaya matuf olarak insanın sergileyebildiği bütün çaba ve gayretlerdir. Bu çaba ve gayretlerde de kadın erkek ayırımı yapılmamıştır.

İnsanlar, ana sorumlulukları bakımından herhangi bir sınırlamaya, sınıflamaya tabi tutulmamışlardır. Ne zaman açısından, ne mekân açısından, ne tabiiyet açısından ve ne de cinsiyet açısından hiçbir tahdit konulmamıştır. Öyle ise inancımız gereği herhangi bir yerde bir hak arama, bir direnme, bir itiraz söz konusu olacak ise; buna kadın-erkek sınırlaması getirilmeden, bu fiiller iman temelinde topluca yapılmalıdır. Zira insanların yarısı erkekler ise diğer yarısı kadınlardır. Hatta toplumun yarısını kadınlar oluştururken, toplumun diğer yarısını da kadınlar kendi kucağında yetiştirir. Kadınlar aynı zamanda o yarısının mürebbisidirler, banisidirler…

Hayatın bazı özel durumları, alanları hariç; hayatın hangi alanında kadın yok ise, o alan felç olmuş/olur demektir. O alan verimsiz, işlevsiz ve yetersiz olmaya mahkûm olacaktır.  Öyleyse hayatın her alanında kadın asaletiyle, izzetiyle, iffetiyle, şerefiyle asli yerini almalıdır.

Günümüz toplumlarına ve özellikle de İslam toplumuna baktığımızda kadının, hayatın pek çok alanından soyutlandığını görmekteyiz. Pek çok yerde de kadının hayatın gerçeklerinden soyutlanmasından da öte, kimlik aşımına, değer kaybına, şahsiyet erozyonuna maruz kaldığını görmekteyiz. Dünyanın pek çok yerinde kadının insafsızca itildiğine, hor görüldüğüne, değersiz kılındığına; her türlü tacize ve haksızlığa uğradığına şahit olmaktayız. Oysaki İslam, kadını hayatın her alanında erkeklerle eşit haklara sahip kılmış, her türlü haksızlığa uğramaya karşı güven tesis etmiş ve insanlık âleminin şerefli yarısı kılmıştır. Cahiliye hayatındaki kadının maddeleştirildiği, bir meta haline getirildiği, erkeğin hizmetçisi olarak telakki edildiği o karanlık dönemini müteakiben İslam; kendi tarihi boyunca kadına, hayatın her alanında erkeklerle beraber, omuz omuza ve denk bir şekilde rol vermiştir.

Günümüz toplumlarında kadının nasıl bu hale geldiğine dair birkaç soru soralım ve bu sorulara cevap bulmaya gayret gösterelim inşallah!

1-Kadın nasıl hayatın merkezinden uzaklaştırıldı?

2-Kadın niçin değersiz kılındı?

 3-Kadının, hayatın dışına itilmesinden kimler ne tür beklentiler içerisine girdi?

5-İnsanlık, bu şekliyle nasıl bir sonuca doğru yol alıyor?

5-Topyekûn insanlığın felaha kavuşması için nasıl bir çalışmaya ihtiyaç vardır?

6-Kadın, asli yerini ve önemini tekrar nasıl elde edebilir?

Evet, bu soru zincirini daha da uzatabiliriz, ama yazının hacmi bir dergi yazısının konusunun çok fevkine geçeceği endişesiyle soru sayısını sınırlandırıyoruz…

Şu ana kaideyi asla unutmamak gerekir. Rabbani ahkâmda kâinatın tümü yerli yerindedir. Bu ahkâmda yersiz, gayri adil hiç bir şeye şahid olunamaz. Aynı şekilde istisnasız bütün sözüm ona cahili ahkâmlarda da kâinatın ruhuna zıtlık, terslik olduğu gibi; insana bakış açısında da terslik vardır, haksızlık vardır, zulüm vardır…

Batı uygarlığı; sanayi devrimiyle beraber aslında insanlığa, insanın fıtratına, haysiyetine amansız bir darbe gerçekleştirmiştir. Doyumsuz batı canavarı, insanı mal biriktirme aracı olarak görmüştür!!! Batı, sanayi devrimi öncesinde uzun yıllar boyu dünyanın birçok bölgesindeki mazlum halkları sömürerek, köleleştirerek büyük bir sermaye sahibi oldu! Batı, daha sonra bu sermaye ile sanayi devrimine girişti. Endüstri gelişimi, fabrikalaşma, kapitalist bir zihin yapısını daha da alevlendirdi… Mal biriktirme, daha da zenginleşme uğruna, daha önce sömürdükleri mazlum halkaları ve özellikle kadın ve çocukları sanayi kuruluşlarının köhne kuytularında acımasızca çalıştırmaya başladı! Fabrikaların kahredici ortamında köle gibi çalıştırılan çocuk ve kadınlar, batı nazarında sadece bir üretim metaı olarak değerlendirilmeye tabi tutuldu. Daha az masraf ve daha çok kazanç, batı uygarlığının temel felsefesi haline geldi!!! Daha düşük ücret ve daha fazla üretim!!!

Gözüne kazanma hırsı bürüyen batı uygar(sız)lığı (!) içinde gittikçe sınıflaşma meydana geldi ve ezen-ezilen kesimler arasındaki makas gittikçe genişledi. Bu sınıflaşma beraberinde çatışmayı da getirdi. Bilinmelidir ki çatışmalarda kaybeden zayıf taraf olmaktadır ve bu süreçte de kaybeden kesim ezilen  yoksul ve mahrum bırakılan insan yığınları oldu!!!

Karunlaşan, güç elde eden batı, geliştirdiği kültürü kendi yararına olacak şekilde olduğunca yaymaya başladı… Bu çalışmalar sonucunda dünyanın pek çok yerinde insanın; hayata,  değerlere ve hatta kendisine bakış açısı değişti… Kapitalist batının gözünde ve hayatın temel felsefesinde; insan, mal kazanma aracı olarak değerlendirildi. Hassaten de kadını bu meyanda gördü. Kadının iffeti, izzeti, kadınlığı, anneliği, mürebbiliği… ve tümüyle yok sayıldı…

            Batı nezdinde bu gaye ve hedef saptırmanın ilerlemesiyle beraber kadın, bir tür cinsel arzuları tatmin etme aracı haline getirildi… Kadın, bütün kişilik ve değerlerinden uzaklaştırıldı ve bu bakış açısı gittikçe yaygılık kazandı!!!

Kadın, en çok sermaye sahiplerinin birer çıkar malzemesi haline getirildi!!! Ve en çok da sermaye sahibi Karun karafalılar, bu durumdan beklenti içine girmişlerdi…

Unutulmamalıdır ki; bu gidiş değiştirilmez ise, insanlık topyekun bir helake doğru sürüklenmeye devam edecektir!!! Haliyle bu meşum gidişten mutlaka dönülmesi gerekir ki, bunun da öncülüğünü ancak ve ancak Müslümanlar yapabilir…

Yine muhakkaktır ki; işin düzelmesi ancak ve sadece Müslümanların bilinçli olarak ve kendisini Rabbani ölçüler çerçevesinde kalacak şekilde yenileyerek yapacakları çalışmaya, çabalamaya bağlıdır…

Batı kültürü ve insana bakış açısı, elbette ki bozuktur ve bozguncudur… Biz konumuz fazla dağılmasın ve açılmasın diye İslam toplumunda ve İslami değerler dâhilinde konuyu kısaca irdelemeye çalışacağız inşallah…

Günümüz toplumsal hayatın gerçekliğine baktığımız zaman; Müslüman kadının, hayatın içindeki olması gereken yerinden ve konumundan fersah, fersah uzağında olduğunu görüyoruz!!! Bu durum, tabiidir ki günümüz toplumuna has bir gerçeklik değildir! Bu durumun tarihi arka planına ve geçmişten günümüze kadar gelen sürecine baktığımızda en çok şu iki saik gözümüze çarpmaktadır!!!

1.Geleneksel, yozlaşmış, gerçeğinden uzaklaşmış dini bakış açısı.

2.Çağdaşlaşma, sekülerizm ve modernizm gibi batı kökenli bakış açısı…

1.İslam öncesi cahiliye toplumunda kadının değeri yok hükmündeydi. Kadın ancak erkeğe hizmet için vardı. (Aristokrat ailelerin kadınları hariç) Bir erkek, istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Kadının rızasına hiç başvurmadan mükerrer olarak aynı kadınla evlenip boşayabilirdi. İslam öncesi bu cahiliye toplumunda kadının miras hakkından söz edilemezdi. Birisinin kız çocuğu doğduğunda utanır ve üzülür; erkek çocuğu doğduğunda ise gurur duyar ve sevinirdi.

İslam aslı itibariyle kadını erkekle aynı haklara ve değere sahip kılarken; bir taraftan, zamanla İslam öncesi pek çok cahiliye adet, gelenek ve göreneklerin Müslümanlar arasında tekrar canlanması neticesinde kadın pek çok hak kaybına uğramış ve mağdur duruma düşmüştür. Hurafeler, menkıbeler bir bakıma ayet ve sahih sünnetin yerini aldı!!!  Müslümanlar, ataerkil bir toplumsal yapıya dönüştü. Ümmetin her coğrafyasında farklı İslami anlayışlar zuhur etmeye başladı!!! Her toplumun kendi tarihindeki gayri İslami hayat pratikleri tekrar hayatlarında ağırlık kazanmaya başladı. Ümmeti oluşturan topluluklar arasında ırki taassuplar, her geçen gün etkisini daha da göstermeye başladı!!!

Maalesef günümüzde İslami bilgisizlik ve bilinçsizlikten kaynaklı, İslam coğrafyasının pek çok yerinde, kadın ikinci sınıf insan olarak görülmektedir. Kadın çoğunlukla mirastan yoksun bırakılmakta, eğitim görmemekte, iş hayatına atılmamakta, herhangi bir toplumsal statüye gelememekte, iradesi dışında ve çoğunlukla da makul olmayan evliliklere maruz kalmaktadır.

2.Modernleşmenin gelişip, dünyada boy göstermesi ile kadın bütün değerlerinden soyutlanarak, heva ve heveslerin objesi haline geldi/getirildi. Batı kapitalizmi ile beraber batının hayata ve insana bakış açısı zamanla Müslümanlar arasında da yer edindi. Modernleşme ile maddi kalkınmanın karşısında zayıf düşen İslam âlemi; zamanla zihin anlamında da zafiyet gösterdi. Ümmet içinde yetişen yeni nesil batı kültürü ve batının insana bakış açısıyla yetişmeye başladı! Özellikle de batıda eğitim alıp memleketine dönen yeni nesil; edindiği kültürü(!) döndüğü memleketinde de yaymaya kalkıştı.  Bu anlayış çağdaşlık adına kadını bir tüketim nesnesi, israf makinesi ve cinselliği tatmin etme aracı haline getirdi… Netice olarak İslam coğrafyasında yetişmekte olan yeni nesil Avrupai hayat tarzına özendi duymaya başladı… Kadın erkek arkadaşlığı, flörtleşme, bireyselleşme/özgür takılma, batı tarzı giyim-kuşam, tüketim hırsının gelişmesi, doyumsuzluk ve tatminsizlik, kozmetik kullanımı ve zararlı alışkanlıkların gelişmesi  vs., vs…

Küresel bazda gidiş asla insanlığın hayrına gitmemektedir. Yeniden bir Rabbani eğitime, terbiyeye, bir yönelişe, bir gidişe mutlak manada ihtiyaç vardır. Günümüzdeki küresel hayat tarzı, insana bakış açısı, felsefesi iflas etmiştir. İnsanlığı gittikçe helake sürüklemektedir.

Kadın, gerçek manada İslami anlayış ve bilinç ile tekrar yerini elde edebilir. Yerini tekrar kazanan kadın tabiidir ki; sivil mücadelede de yerini alacaktır. Tıpkı asrısaadette olduğu gibi… Nerede bir haksızlık varsa, nerede bir zulüm varsa, nerede bir mücadele varsa erkek de, kadın da orada omuz omuza ve beraber olacaktır…

Burada bir örnek vermek istiyorum:  Hazreti Zeyneb! Kahramanlar kahramanı… Hazreti Muhammed (sav)’in kızı, Hazreti Fatıma’nın gözbebeği, Ali(ra)’nin ciğerparesi Zeynep…. Kerbela da, Hüseyin ile beraber destan yazan Zeyneb… Zeyneb’in mücadelesi kendisiyle başladı ama kendisiyle bitmedi… Asırlardır O’nun aziz mücadelesi büyük bir aşk oldu; bütün saflığıyla nesilden nesile, asırdan asıra devam ede geldi… Gerçek bir mücadelenin iki yarısından biridir Zeynep… Hazreti Hüseyin o muazzam tarihi kanıyla yazdı. Hazreti Zeyneb de o aziz mücadeleyi İzzetiyle, İffetiyle, Rabbine olan teslimiyetiyle tarih boyunca taptaze kalmasını sağladı… Yüreklere abı hayat oldu ve bedenlere tasallut etmiş olan gaflet uykularını dağıttı…Hazreti Zeynep, Hazreti Hüseyin’in şahadetinden sonra bütün yükün kendi omuzlarında olduğunun bilinciyle, davasını asla yerlere düşürmedi.. O hep en yükseklerde, zirvelerde oldu…

Hazreti Zeynep, yarenlerinin onca mübarek cesetleri ve Kardeşinin mübarek kesik başı önünde olduğu halde, gafil ve sefil Kufelilere karşı, zulmün saraylarını ilelebet titretecek olan konuşmasında şöyle haykırıyordu:

“Ey Kufeliler, dinleyin! Allah’a hamdu senalar olsun. Salât ve selam benim babam Hazreti Muhammed (sav)’e olsun. Ey Kufe halk! Ey aldatılmış zavallı halk! Bize mi ağlıyorsunuz? Oysaki bizim gözlerimiz hala yaşlı, ızdıraplarımız dinmemiş, feryatlarımız yatışmamıştır! Sizler, gerdanlığı kayıp edip, sonra da toprak içerisinde arayan kadın gibisiniz. Sizler, Allah ve Resulüne iman ettiniz ama, daha sonra işlemiş olduğunuz bu büyük günahlarla onun kökünü kazıyıp attınız! Sizden fesat, şer ve şarlatanlıktan başka bir şey de beklenemez! Siz de o güle benziyorsunuz ki; ne yenilen ne de koklanandır! Sizin nefisleriniz ne kadar da kötü bir nefistir! Sizler Allah’ın gazabına uğramış ve cehennemlik olmuş bir topluluksunuz!!!

 ... Siz iyiliklerin mabedini ve yardıma muhtaç olanların derman kapısını yıkıp öldürdünüz! Siz Allah ve Resulünün size olan hüccetini öldürdünüz!!!

Ey Kufe halkı! Vay olsun size! Kimin ciğerini söktüğünüzü biliyor musunuz? Siz Muhammed Mustafa(sav)’nın göğsünü açıp, ciğerini aldınız! İsmet perdesini yırttınız! Siz, peygamberin kanını akıttığınızın farkında mısınız? O’na nasıl bir saygısızlık ettiğinizi biliyor musunuz?...” (11)       

Evet. Bu minval üzere hazreti Zeyneb’in haykırışı o taş kalplilerin yüzüne, yüzüne çarpıyordu!!!

Beşir İbn Heyzem Esedi Şöyle diyor: ‘Ben o zamana kadar Hazreti Zeyneb gibi (iffet-haya abidesi) özelliklerine sahip bir hanımın sohbet ettiğini görmemiştim. Sözleri öyle kullanıyordu ki; Hazreti Ali (ra)  gibi konuştuğu ortadaydı.’  (12) 

Hazreti Hüseyin Kerbela şehididir! Hazreti Zeyneb de Kerbela şahididir…  Bu hidayet pınarını, istikamet ışığını Hazreti Hüseyin yaşadı… Hazreti Zeyneb ise yaşattı. Hem de bu şahidlik, kıyamete kadar yaşanacak; zulme ve zorbaların korkulu rüyaları olup, o zorbalara rahat vermeyecek şekilde yaşamasına vesile oldu… Bu şahidlik, zalimlerin göğsünü daraltacak; mazlumların göğsünü ise ferahlatacaktır… Yeter ki Zeyneb anlaşılsın, yeter ki Zeyneb yaşansın…

Aslında İslam tarihi yüzlerce kahraman kadınların da tarihidir. Zira İslam, kadınlara gerçek kimliğini, benliğini, asaletini vermiş ve bu değerlerin değerini bilen kadınlar da, bütün bu özelliklerini bütün özveri ve gayretleriyle yaşamış ve ibretlik örneklikler göstermişlerdir. Bu kahraman kadınlardan kısaca bir örnek daha verelim:

Yermük savaşı sonrasında İslam ordusu tekrar Romalılarla savaşmak üzere “Merc’üs Sefer” adlı bir belde de mola vermişlerdi. Burada Halid Bin Said, Ümmü Hakim ile evlendi. Ordu düğün ziyafetinde iken, Romalıların ani baskınına uğradılar. Ümmü Hakim de gelinliğini üzerinden çıkararak, şecaat elbisesini giydi. Müslüman askerlerle beraber bir aslan gibi Romalılarla çarpıştı. Yedi veya daha fazla Roma askerini öldürdü… (13) 

Evet, daha gelinliği üzerinde, düğün ziyafetleri yerde ama Ümmü Hakim bütün dünyalıklardan anında sıyrılarak düşman ordusunun karşısına dikiliyor ve aslanlar gibi çarpışıyordu!!!  Evet. Ümmü Hakim, kadınlığın günümüzdeki köhnemiş bir hal-durum olmadığını; bir zevk-eğlence malzemesi olmadığını, bir tüketim aracı-hırsı olmadığını asaletle gösteriyordu…  Evet, bütün asaleti ile gerçek kadınlık makamında olarak ve kalarak; ardından gelecek olan nice nesillere muazzam bir örneklik bırakıyordu… Sivil mücadelede de, halkın ve hakkın yararına da nasıl katkı sunulacağını, nasıl cehd edileceğini, nasıl gerçek kadın kişiliğinin yaşanacağının on dört asır önce bütün gerçekliğiyle bizlere göstermiş ve örnek olmuştur…

 Evet, İslam’da; gerek sosyal faaliyetlerde, gerek ilimde, gerek teknikte, gerek imarda, gerek infakta, gerek cihadda, gerek toplumsal olaylara müdahalede, gerek eğitim ve öğretimde, şefkat ve merhamette,  gerekse her türlü hak arama çalışmalarında kadın daima erkekle yan yana, hayatın merkezinde olmuştur. İslam tarihindeki pek çok örnek çalışmalarda kahraman kadınlar örneklik oluşturmuşlardır. Kadınlar, pek çok güzel çalışmalara önayaklık teşkil etmişlerdir. Konuyu fazla dağıtmamak adına bu tür örnekliklere girmiyorum…

Vel hâsılı kelam; 

Sivil mücadelede kadın olmazsa; işin yarısı peşinen eksik demektir. En az erkek kadar kadın da mücadele içinde aktif olarak yer almalıdır. Kadının içinde yer almadığı bir sivil direniş, yarısı eksik olan bir direniş olacaktır ki böyle bir eylem için başarıdan bahsetmek oldukça zor olur…

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Zekâtı verirler. Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah hâkimdir, hikmet sahibidir.” (14) 

Sivil mücadelede kadının olmazsa; mücadeleye taze kan akışı olmaz. Çünkü hayat devam ettiği sürece sivil mücadeleye de ihtiyaç olacak demektir! Lakin daima yetişmekte olan nesil kadının elinde, gözetiminde büyür, kişilik kazanır. İçinde kadın olmayan çalışmalarda doğal olarak kadının yetiştirdiği, şekil ve kişilik verdiği nesil de olmaz, olmayacaktır… Bu durumda sivil mücadele kadınsız olursa, kısa sürede akamete uğrayacaktır…

Örnek olarak, Hazreti Meryem’in konuşmama orucu tutması, sivil mücadelenin bir tezahürüdür. Bu susma neticesindedir ki İsa (as) doğmuş, yetişmiş zulme karşı mücadele vermiştir.

Hazreti Hacer, Hazreti İbrahim tarafından Mekke vadisinde, çöl ortasında yalnız bırakılınca şöyle demişti: “Eğer bunu O’na Rabbi emrettiyse, ben de buna teslim oldum.”  demişti. Ve: Hacer’e, “Allah bize yeter!” diyerek Rabbine büyük bir teslimiyetle tevekkül etmek düşüyordu… Hacer de bunu yaptı!!!

Hazreti Hacer’in sa’y yapması; Rabbine teslimiyetine, çocuğunun sevgisine, adeta bir yürek erimesidir, asil bir mücadeledir… Çağlara ve nesillere HACER’İ bir sesleniştir, bir haykırıştı.

 Asiye’nin Firavun’un sarayında iman ile müşerref olup, Firavun’un onca yaptıklarına tahammül etmesi, kadının sivil mücadelesidir. “Bu çocuk bana da, sana da göz aydınlığı olsun.  O’nu öldürmeyin! Belki bize faydası dokunur yahut O’nu evlat ediniriz.” (15)

Hazreti Asiye çocuk yetiştirdi, terbiyesi ile, ahlakı ile, dirayeti ile, şecaati ile zulme baş kaldıran; tam anlamıyla sivil mücadelenin de önder ve örnekliğini yapan Hazreti Musa’yı yetiştirdi!!!  Hazreti Asiye, bir yandan Firavun’un; imandan çevirmek için kendisine yaptığı işkencelere göğüs gererken, bir yandan da şöyle dua ediyordu:  

“Ya Rabbi! Benim için cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve O’nun kötü işinden kurtar ve beni o zalimler topluluğundan selametle çıkar.”  (16) 

Sivil mücadelede kadın olmazsa; bu mücadelede şefkat ve merhamet eksikliği baş gösterecektir… Zira kadının fıtratında şefkat, merhamet, yumuşaklık, zarafet, nezaket, duygu derinliği gibi özellikler vardır… İnsanlar arası ilişkilerde sevgi, şefkat, merhamet, yardımseverlik vb gibi duygular kadınsız bir toplulukta zor yer edinir… Erkeğin fıtratında irade, güç, cesaret, soğukkanlılık vardır ve nispeten kaba kuvvete meyyaldir…  Kadın, bir mücadelede ne kadar yer alırsa; o mücadele de o kadar müşfik olur, insani olur…

Sivil mücadelede kadın olmazsa; o mücadele uzun soluklu ve istikrarlı olamaz… Zira kadın fıtrat olarak erkeğin mütemmimidir. Kadınsız kalan hayatın her bir yerinde, her bir yönünde erkek tek başına yetersiz kalır, istikrarsız kalır…

Sivil mücadelede kadın olmazsa; o mücadele psikolojik olarak zayıf kalır, zamanla moral çöküntüsü kaçınılmaz olur… Kadın ve erkek her yönüyle olduğu gibi, psikolojik olarak da birbirini bütünler.  Birbirine örtü, birbiri için koruyucu olurlar, birbirine güç kuvvet verirler, moral kaynağı olurlar…

 “Onlar sizin elbiseniz, sizler de onların elbisesisiniz.” (17)  Selam ve dua ile…

 

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI  7                                                                                                             

 

1- Şems Suresi; 7-8. Ayetler

           2- Fecr, 27-28. Ayetler

3- M. Zahid Kotku, Nefis Terbiyesi

 4- Yusuf Suresi, 53. Ayet.

5- Kıyamet Suresi, 2. Ayet

6- Şems Suresi, 9-10. Ayetler.

           7- Fecr Suresi,  27. Ayet

           8- Fecr Suresi, 29-30. Ayetler

           9- Fecr Suresi, 29. Ayet

          10-Tevbe Suresi, 20. Ayet

         11- Cihan AKTAŞ, Hazreti Zeyneb: Kerbela Şehidi

         12- (a g e)

         13- Mevlana Niyazi, Kadın Sahabeler

         14- Tevbe Suresi, 71. Ayet)

         15- Kassas Suresi, 9. Ayet

         16- Tahrim Suresi, 11. Ayet

         17- Bakara Suresi, 187. Ayet

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim