• BIST 9915.62
  • Altın 2440.177
  • Dolar 32.4575
  • Euro 34.7559
  • İstanbul 13 °C
  • Ankara 12 °C
  • Van 14 °C

Müslümanların Sekülarizm ve Tasavvur Sorunu*

Mehmet Taş

 

Evet, ne yazık ki sekülarizm, benliğimizi işgal etmekte, zihinlerimizi karartmakta, kalplerimizi köreltmekte, idraklerimizi tıkamakta ve bütün benliğimizi kendi karanlık rengiyle renklendirmektedir.

 

Vahiy, açık ve net bir zihin oluşturur. Vahiy ile oluşan zihinde hiçbir muğlâklık, tenakuz olmaz ve vahiyle şekillenen zihin yapısının arka planında herhangi ikincil/ayrı/gizli bir hesap da yoktur. Vahiy ile şekillenen zihin yapısı/tasavvuru, insanoğlu için yegâne doğruya/hidayete ulaştıran Rabbani kaynaklı bir zihin yapısı/tasavvurudur. Bu zihin yapısı/tasavvuru ki amelleri ve hedefleri yekûnlaştırır/bir eder. Vahiy ile şekillenen zihin dünyasında; inanç, amel ve gaye arasında tam manasıyla bir uyum vardır. Haliyle gerek kişinin kendi iç dünyasıyla, gerek kendini çevreleyen dış dünyasıyla ünsiyet üzere olunur. Toplumla ve toplumu oluşturan kurum ve kuruluşlarıyla olan tüm ilişkilerinde tam anlamıyla uyumlu bir hayat sürer. Ayrıca, vahiy ile şekillenen toplumun birimleri ve bireyleri arasında, toplumsal kurumlar arasında, toplumun süre giden kuşakları arasında da herhangi bir tenakuz bulunmaz. Ancak vahyin atmosferinde oluşan/şekillenen zihin yapısının şekillendirdiği fert ve toplumlar; insanlığın geleceği için yegâne umut ışıkları yakabilir ve yine insanlık ailesinin geleceği için umut ve huzur vaat edebilir. Zira vahyin oluşturduğu zihin, hodbin bir kişilik yapısının önündeki bütün kapıları kapatır ve diğerkâmlık kapılarını sonuna kadar aralar.  Toplumu oluşturan bireyler ve kurumlar arasında tam anlamıyla barış, huzur, güven ortamını tesis eder. Ayrımcılıkları, ötekileştirmeleri, kin ve düşmanlıkları minimize eder.

İnsanın/insanlığın yaşadıkları her ne varsa, (olumlu-olumsuz, faydalı-faydasız) bir bakıma kendi iradesi ve elleriyle hazırladıklarından başkası değildir, olamaz da… Zira Rabbimiz şöyle ferman buyurmaktadır: “Başınıza gelen her bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah, yine de günahlarınızın pek çoğunu affeder.” (1) Dolayısıyladır ki; insanlık âlemi olarak bu gün yaşamakta olduğumuz bunca felaketler, acılar, katliamlar, cinayetler, hukuksuzluklar… vs bütün cürümler, insanoğlu olarak kendi ellerimizle kazandıklarımızdan başka bir şey değildir. Ama işin acı verici olan tarafı şu ki; bu acıları yaşayanlar da, yaşatanlar da insandır. Bu farklı iki insan mülahazasının birisi masum, mağdur, mazlum ve zarara uğrayanlar iken; diğer mülahazanın insanları ise tam tersine suçlu, zalim, zarar verenlerdir. Bu ikinci cenahta bulunanlar; acımasızlardır, ciğersizlerdir, kalpsizlerdir, zalimlerdir. Bunlar, tarih boyunca ilahi adalete karşı çıkanlardır ki; mazlumları, mağdurları, masumları, garibanları, yalınayaklıları hep zulme, kıyıma, katliama, sürgüne tabi tutmuşlardır…

Bu olumsuzlukların kalkması veya minimize edilebilmesi için elbette ki zalimlerden, dünya istikbarından medet umacak, yardım bekleyecek durumda olamayız. Böyle bir acziyet ve gaflete düşmek, acıların daha da katmerleşmesine yol açmak demektir. Ancak İlahi adaletin, ilahi şefkatin, ilahi merhametin, ilahi uhuvvetin, ilahi meşveretin oluşmasına talip olunarak ve bu uğurda gereken cehdi göstererek tüm bu gayri insani uygulamalara son verilebilir. Burada yapılması gereken şey, Müslümanların, uhdesine düşen sorumluluğun idrakinde olarak, yeniden kendisine Rabbani-Rahmani bir yol çizmesi, aynı şekilde bir hedef belirlemesi ve bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik samimane, sadıkane bir sorumluluk üstlenerek bu doğrultuda da gereğince gayret göstermesidir…

Müslümanların, asırlardan beridir topyekûn insanlığı felakete sürükleyen ve zihinleri iğfal eden kapitalizm, liberalizm, sekülarizm, sosyalizm, faşizm ve benzeri batı menşeli; batıl, ben-merkezci ve gayri-ilahi bütün hayat felsefelerine karşı yeniden bir Rabbani zihin yapısına/zırhına, tasavvuruna, hedefine ve de gayretine yönelmeleri zorunlu olmaktadır. İnsanlık âleminin yeniden huzura kavuşması ancak ve ancak Müslümanların yeniden hükmullaha dönmeleri, hükmullaha sarılmaları ile mümkün olabilecektir…

"Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah Teâlâ katında en üstününüz, Allah Teâlâ’dan en çok korkanınızdır." (2)

Bu nebevi şiar, bir güneş gibi insanlığın ufkuna doğmaktadır. Ama ne yazık ki insanlık âlemi zaman, zaman bu güneşin şulelerine gözlerini kapamakta, kulaklarını tıkamakta, kalplerini katılaştırmakta ve cahiliye vadilerinde sefilce debelenmeye yönelmektedir. Bu cahili fiilin öncülüğünü yapanlar, ya ilahi vahyin/adaletin gerçeğini az bir dünya menfaatine karşı satanlar veya dünya debdebesine kapılanlar; yahut da kör cahiliye saplantısına saplananlardır. Bu saplantılardan dolayıdır ki; gözleri hakka dair olanlara karşı kör, kalpleri hakka dair olanlara karşı mühürlü, kulakları sağır, zihinleri ise ketum kalmaktadır. Hakkı görmemekte, duymamakta, anlamamakta ve cahiliye taassubuna kapılarak, insani erdemlerin cümlesinden sıyrılıp kalmaktadırlar. İnsani erdemlerin yitirildiği, dünyevi hazların öncelendiği, bencilliğin, kinin, nefretin, kibrin, gururun tavan yaptığı bir dünyada elbet ki insanlıktan, insani erdemlerden, haktan, hukuktan, huzur ve barıştan bahsedilemez. İnsanlığın hak ve hukukunun yegâne kurucusu ve koruyucusu, yalnız ve yalnız Rabbimizin insanlığın hidayetini elzem kılan ilahi adaletin icrasıyla mümkün olabilecektir.

Allah Resulü, efendimiz ne güzel buyurmuştur:

“Cennetlikler üç gruptur. Bunlar;

1) Adil ve başarılı devlet başkanıdır.

2) Yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kişidir.

3) Ailesi kalabalık olduğu halde, haram kazançtan sakınıp kimseden bir şey istemeyen adamdır.” (3)

Bu gün insanlığın hali tamamen beşeri cehaletin/kapitalizmin/sekülarizmin/liberalizmin… hüküm sürdüğü; adaletin, insani erdemlerin ayaklar altı edildiği, bağnazlıkların kol gezdiği ve dehşet saçtığı bir hayat sürüp gitmekte olduğu bir haldir. Büyük şeytan/ABD ve küresel emperyalizm-Siyonizm, insanlığı bir ateş çemberinde tutarak, kendileri de seyirci koltuğunda oturarak bütün vahşet ve canilikleriyle, keyifle insanlığın kahroluşunu seyre dalmaktadırlar. Ki tarih boyunca selefleri olan Firavunların, Nemrutların, Karunların, Ebu Cehillerin yaptıklarını aynen hayata geçirmektedirler.

Sonsuz merhamet sahibi, Rabbimiz Zülcelâl ise şöyle buyurmaktadır: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (4)

Şu anda küresel kapitalizm/sekülarizm/liberalizm vs’den beslenen zihin yapısı, bütün dünyayı kasıp kavururken, emaneti ehline verme gibi bir sorumluluğu yerine getirmekten öte; emaneti ehlinden alma ve bu emaneti zalimce duygularının, ihtiraslarının, bencilliklerinin tatmininde kullanma şirretliğine başvurmaktadır. İnsanlar arasında adaletle hükmetmekten öte, insanları çağdaş (!) kastlara ayırarak; adaletsizliğin, şarlatanlığın, zulmün daniskasını icra etmekle meşgul olmaktadır. Bütün yeryüzünü, kan-revan içinde bırakmakta, nice tarifi imkânsız acıların yaşanmasına yol açmaktadır. Mazlumların kahredici feryad-ı figanları bir taraftan gökleri inletirken, bir yandan da bu sefih güruh, yüreklerin parçalanmasına öncülük etmektedir. Tecrübeyle sabitlenmiştir ki Batı kültürü/medeniyeti; bir zulüm, bir barbarlık kültürüdür/medeniyetidir. Asırlardan beridir yapa geldikleri gibi, insanlığın sırtında bir kambur, insanlığın bedeninde bir ur olmuş ve insanlığın temel paradigmalarını dinamitlemekten öteye geçmemektedir. Zaten bundan başka bir sermayesi de yoktur. Zira hakkın ötesinde batıl, adaletin ötesinde ise zulüm bulunmaktadır.

Müslümanlar olarak zihin yapımızı, kültür kodlarımızı, düşünce zeminimizi kendi öz Rabbani/Nebevi ölçülerimizle yeniden yapılandırmalıyız. Batının hem çirkef yüzünü ve hem de çirkef/meş’um/art niyetlerini gerçek manada idrak edebilme gayretlerine yönelmeliyiz. Kendi asli ölçülerimiz olan Rabbani/İlahi adalete, nebevi muhabbete gerçekçi bir dönüşü gerçekleştirmeliyiz. Bu dönüş ile bir yandan fert fert iç dünyamızı mamur ederken, diğer yandan ve eş zamanlı olarak ümmetçe kendimizi bu öz ölçülerimizle imar etmeye kalkışmalıyız. Asırlardan beridir Müslümanlar olarak bizleri esas mecramızdan alıkoyarak, batı/batıl düşünce tarzına teslim eden, zihinlerde ve hayatlarda hakkaniyet ve adalet mefhumlarını katleden; uğursuz, duygusuz, düşüncesiz, gayesiz, dertsiz ve tasasız bir yapıya büründürüldük. Nemelazımcılık, olup bitenlere bigâne kalmışlık, hodbinlik adeta iliklerimize işlemiş hale geldi. İdrak ve zihin olarak felç olduk/edildik. Batı kültünü şuursuzca yüklendik, batı kültürüne teslim olduk ve batı hegemonyasından bir türlü silkinerek yakamızı kurtaramadık. Hatta daha da beter olanı, batı kültüründe eriyip gittiğimize, batıya kul-köle olduğumuza, muazzez benliğimizden uzaklaştığımıza dair bilincimizi dahi yitirdik. Yalnız Türkiye’de değil, bütün ümmet olarak aynı acı sonuca, aynı hafıza kaybına ve aynı kişilik aşınımına maruz kaldık.

Şu anda muhakkak ki ümmet/Müslümanlar olarak İslam’dan, İslami hayattan uzaklaşmanın, dünyevileşmenin/sekülerleşmenin ceremesini çekmekteyiz. Bir taraftan muazzam bilgi, kültür ve değerlerimizi kaybederken, bir taraftan da gayri İslami, cahili düşünce, fikir ve felsefi akımlara kapılmaktayız. İslami ölçülerini kaçırmış olarak asırlardır batı canavarının arkasına takılmış bulunmaktayız. Elbette ki bu arada İslam coğrafyasında yer yer ferdi veya mahallî direnişleri, başkaldırıları, kendi özüne dönme gayretlerini de görmezlikten gelmiyoruz. Ama genel gidişatın yanında bu tür asil ve özüne dönüş hareketleri oldukça etkisiz ve cılız kalmıştır/kalmaktadır.

Muhakkak ki batı canavarı kaynaklı hayat tarzları ve insana bakış şekillerinin, fıtratı tanıma, fıtratı koruma ve fıtrata uygun yaşama gibi bir derdi ve endişesi yoktur, olmamaktadır. İslami sorumluluk, bu gibi durumları sonuna kadar dert edinir ve İslam, bu dertten insanı alıkoyacak en güzel çıkış yollarını insana da salık verir, ulaştırır.

Ümmet olarak çağımızda yaşamakta olduğumuz bu sıkıntılarımızın elbette ki pek çok sebebi vardır. Ama âcizane kanaatimce baş sebebi; sekülarizmin bir ur gibi içimize nüfuz etmesidir. Çünkü İslam, Rabbinin ölçülerini hayatın temel ölçüleri olarak inanmaya ve buna göre yaşamaya çağırır, hatta şart koşar. Hayatın temel ve yegâne kaynağı olarak İlahi ahkâmı kabul eder. Hayata dair emirlerin ve yasakların tümünü, yegâne hüküm sahibinden alır. Bunu dışındaki(leri)ni asilik, şakilik, bağilik olarak görür.

Sekülarizm, tamamen dünyevidir. İlahi ve uhrevi ne varsa silip süpürür/yok eder. Hayatı tamamen beşere, beşerin dar ve köhne ölçülerine teslim eder. Bu beşeri ölçüler ki; tamamen ihtiraslara, tefrikaya, kastlaşmaya, ötekileştirmeye dayanır. Bu ölçülere mahkûm olan insanlık; her türlü zulmün, cürümün, işkencenin, haksızlığın hayata hükmetmesine yol açar.  İnsanı bu dünya hayatına ve dünyalıklara odaklar ve ötesine geçmenin önüne aşılması mümkün olamayan setler çeker.  Dolayısıyla diyoruz ki, Müslümanlar olarak bizler, kendi özümüze en çok yabancılaşmayı, en çok kimlik ve kişilik kaybına uğramayı sekülarizmden çekmekteyiz. Ne yazık ki gün geçtikçe seküler bakış ve yaşayış biçimi hayatımızda ve zihnimizde daha fazla yer etmektedir.

Dünyevileşme eğilimi, bir sebep değil, bir sonuçtur. Bütüncül olarak İslami bilinç ve şuurdan uzaklaşmanın neticesinde karşımıza çıkmaktadır. Hazreti Ali efendimiz iç ve dış dünyamızla ilgili olarak ne güzel söylemiş: ‘Elbiseleriniz eski de olsa, kalpleriniz yeni ve temiz olsun.’ (5)

Kalp daima ve kesintisiz olarak Rabbiyle irtibat halinde olmalıdır. Kalp, iman suyuyla her daim paklanmalı, temizlenmelidir. Kalp bir bakıma vücudun kralıdır/hâkimidir. Kalp, eğer Allah(cc)’ın hükümlerine, şeriatına inanarak bu hükümlere bağlanırsa/teslim olursa, bu ahkâm kişiyi cahili saplantılardan muhafaza eder. Öyleyse mümin kalben daima teyakkuz halinde olmalıdır.

Bizler, Müslümanlar olarak asırlardan beridir ne maddi yönümüzü, elbiselerimizi/dışımızı ve ne de manevi/deruni yönümüzü, kalplerimizi/içimizi gereği üzere muhafaza edebildik. Hayatımızı bir bütün olarak zamanın maddi-manevi afet ve kirlerinden koruma, temiz tutma irade ve azmini gösteremiyoruz. Kur’an gibi sonsuz bir rahmet pınarı, yolumuzu aydınlatan bir ışık olarak durmakta iken; efendiler efendisi âlemlere rahmet olarak gönderilmesine ve bu rahmet oluşunu en güzel biçimde yaşamak isteyenlere örneklik etmesine rağmen, biz bu rahmet kaynaklarımızdan yüz çevirmiş bulunmaktayız. Zira batılılaşma hareketlerine benliğimizi kaptırmış, kararan zihinlerimizi ve katılaşan yüreklerimizi açmış ve İslami anlamda karşı koyuş/direniş olarak hiçbir varlık gösterememekteyiz. Evet, ne yazık ki sekülarizm, benliğimizi işgal etmekte, zihinlerimizi karartmakta, kalplerimizi köreltmekte, idraklerimizi tıkamakta ve bütün benliğimizi kendi karanlık rengiyle renklendirmektedir. Bizler, insani değerimizi dünyalık ölçülerle ölçer hale gelmiş bulunmaktayız. Dünya sevgisi/sekülarizm; tevazu, sadakat,  ihlâs, irfan, izan, idrak gibi hasletlerimize kastederek, bu dünyanın ötesine uzanışımızı yok etmektedir. Bencillik, kin, nefret,  kibir, gurur,  gıybet, yalan, dolan, çalıp çırpma, soygun, gasp, tedhiş hareketleri; canilik, ırk, mezhep, meşrep türünden  cahili taassuplar vs. Varlığımızın ayırt edici özellikleri haline gelmiştir. Her türlü insan ilişkilerimiz, her türlü tavır ve davranışlarımız bencillik temeli üzerine bina olunmaktadır. İnsanlar olarak birbirimizin kurdu haline gelmiş bulunmaktayız. Rabbimizin buyurduğu, Efendimizin örneklik oluşturduğu ve tarihimizde nice mümin-muvahhit insanların da yaşadığı o aziz hayatı, o güzide yaşantıyı, o nezih insan ilişkilerini, o merhamet ve şefkat ortamını çoktandır yitirmişiz. Acımasız, ufuksuz, umutsuz, adaletsiz, idraksiz, iradesiz bir biçimde insani erdemlerden habersiz olan seküler bir anlayış, seküler bir hayat tarzı geliştirmişiz. İnsanlar arasındaki bütün insani bağları kopararak; faydacı, çıkarcı, fırsatçı, hoyratçı gailelere dalmışız. Haliyle de topluca bir çıkmaza saplanıp kalmışız. İstikameti yitirilmiş, kişiliği aşınmış, gayesi yalnızca ihtiraslarını tatmin etmekle sınırlanmış kısır döngüler içinde bir yaşama mahkûm olmuş; duyarsız, duygusuz,  vizyonsuz bir insan topluluğuna dönmüşüz.

Belh Âlim ve sofilerinden biri olan Şeyh Hatem-i Esam ile ilgili olarak şöyle bir hikâyecik aktarılır:

Hatem-i Esam, Medine-i Münevvere’ye gelmiş. Şöyle etrafa bakınmış. Her taraf saraylarla dolmuş. Esnafa yanaşmış ve ‘Esselamu Aleykum’ demiş ve devamında da ‘yahu bana Rasulullah(sav)’ın sarayını göstersenize’ demiş.

Esnaf; ‘Rasulullah(sav)’ın sarayı mı olur?’ Rasulullah(sav)’ın hayatı mütevazı idi. Toprak üstünde, hasır üstünde yatardı.’ Demişler.

Hatem-i Esam tekrar sormuş; ‘Peki bu saraylar kimin?’

‘Şu falancanın, şu filancanın’ demişler.

Hatem-i Esam; ‘Vayy, demekki Rasulullah(sav)’ın şehrini Firavunlar doldurmuş.’ demiş. (6)  Seküler kişilik, seküler bakış açısı, seküler zihniyet, insanın imanla, Rabbiyle, Resulüyle olan bütün bağlarını koparıyor. İnsanın manevi, deruni dünyasını alabora ediyor. Mana adına, iman ve ideal adına insanda hiçbir şey bırakmıyor. Sekülarizm, insanı insanlıktan sıyırıp kâinat içindeki en tehlikeli, en vahşi yaratığı haline getiriyor. Seküler anlayış, insanı Muhammedi yapıdan Nemrudi yapıya evirebiliyor. Daha doğrusu insan, Muhammedi bir inanç ve kişiliğe/yapıya/anlayışa sahip olsa dahi; sekülerleşme illetine müptela olduğu zaman Ebu Cehili bir kılığa/yapıya/kişiliğe(!) bürünebiliyor.

Dolayısıyla diyoruz ki; günümüz Müslüman dünyasının en büyük handikabı, İslami bilincin yitirilmesi sonucu olarak sekülarizm illetinin karşımızı çıkmasıdır. Ardından diğer beşeri ideolojiler, beşeri akımlar ve hayat tarzları geliyor. Bu gün ümmetin paramparça olması; fikir, akide, eğitim, kültür, edebiyat, teknoloji, teknik, bilişim… vs hayatı ilgilendiren alanlarda atomize olması, birbirine düşman cenahlara ayrılması, birbiriyle çekişmesi, evet benzeri olumsuz durumların tümünün temelinde sekülerleşme illeti yatmaktadır.

Ünlü filozof ve şair Ömer Hayyam (1048-1131 Nişabur) (7) bu tenakuzu şu dizelerle dile getirmektedir;

Bir elimizde şarap tası, bir elimizde Kuran,

Helal oluyor bir işimiz, bir işimiz haram,

Heyhat şu evrende bir nefeslik ömrümüzce,

Ne tam kâfir olduk, ne tam Müslüman. (8)

Dünyevileşme özellikle Müslümanlar için tarih boyunca sorun olmuştur. Ama yaşamakta olduğumuz bu dönemde, bu sorun ayyuka çıkmıştır. Dünyanın dört bir tarafında Müslümanlar küresel emperyalizmin/sekülarizmin/liberalizmin/Siyonizmin hedef tahtasına oturtulmuştur. Müslümanlar zelil, sefil bir hayata mahkûm olmuşlardır. Özellikle de dünyevileşme/sekülerleşme marifetiyle (!)

İslam toplumu gittikçe kendisine has değerlerini, güzelliklerini yitirmektedir. Yeni yetişen nesil sorumsuzluğun, aymazlığın pençesine düşmekte, zevk-perest bir hayata sürülmektedir. Toplumsal yozlaşmanın neticesi olarak amaçsız, hedefsiz, gayesiz, başıboş olan ve günübirlik yaşamayı tarz haline getiren bir düşüncesizlik furyası, Müslüman toplumlar arasında, özellikle de yeni kuşaklar arasında hızla yayılmaktadır. Bu batılılaşma/dünyevileşme serüveni nedeniyle bireysel ve toplumsal olarak battıkça batıyor ve batıllaşıyouz. Farkına varmadan kendi kendimizle çelişiyor ve hatta kendi kişisel/toplumsal benliğimizle çatışır/çakışır hale gelmekteyiz. Bu çelişki ve çatışma hali bazen kavgaya, şiddete, nefrete ve hatta katliamlara kadar varabilmektedir.   

Sekülarizm, ilahi inancı temelden sarsarken, tüm insani erdemleri de aynı şekilde altüst etmektedir. Sorumsuzluğu ve gayesizliği kişinin ruhuna işlemektedir. Oysa Resulullah ne güzel buyurmaktadır:

 “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.”  (9) “Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış sene nafile ibadetten hayırlıdır.” (10)

Sekülarizm/batılılaşma, öylesine bir serüven ki, insanda ne irade ve ne de insani ideal/inanç bırakıyor. İslami bir kişilikten, ahlaktan, kültürden, bilgiden, vicdandan uzaklaştırmayı mutlak olarak gerçekleştiriyor. İnsanda tefekkür, teekkül, tefekkuh adına hiçbir şey kalmıyor.

 Süfyan b. Uyeyne ( 107-198 hicri/725-813 miladi) bu hali şöyle açıklıyor: “Tefekkür, rahmetin kapısını açan anahtardır. Görmüyor musunuz, önce düşünülüyor, sonra tövbe diliyor!” (11)

Müslüman elbette ki aslı itibariyle seküler olamaz, asla olmamalıdır.

-İman; kişinin Rabbi ile bağlantıyı, deruni bir hayatı, mütevazılığı şart koşar.

-İman; başkalarının derdiyle hemdert olmayı gerektirir.

-İman; darlıkta ve bollukta, sefada da ve cefada inananlar arasında yürek birliğini, gönül birliğini zorunlu kılar.

-İman, mümini sağlıklı bir istikamet, sağlıklı bir tasavvur sahibi kılar. Bütüncül bir kişilik/şahsiyet inşa eder. Kendisiyle beraber başkalarını da, dünyayla beraber ahreti de göz önünde bulundurmasını sağlar.

İmam Ali efendimiz ne güzel buyurmaktadır: “Haksızlık karşısında eğilmeyiniz. Çünkü (eğilirseniz) hakkınızla beraber şerefiniz de gider.” (12)  

İman kişiyi, hakkın, hakkaniyetin kurucusu, koruyucusu, kollayıcısı olmayı zorunlu kılar. Ki kişi iman ile hakkını da,  kişiliğini de, adaleti de koruyabilsin. Evet, bilinmelidir ki, çağdaş cahiliyeyi temsil eden bütün hayat kıstasları, fikir ve düşünce akımları, haksızlığın ta kendileridirler. Zira hüküm koymak yalnız ve yalnız Âlemlerin yegâne sahibine aittir. Beşeri hükümler, en başta bu hüküm koyma hakkına bir tecavüzdür, haddi aşmadır. İlahlık taslamadır/tuğyandır. Tarihi gerçekler, yaşanmışlıklar bizlere net olarak göstermektedir ki; beşeri hükümler nefsidir, yanlıdır, zulüm üzere var olur, ihtiras temellidir. Tarih boyunca da hep bu şekilde varlığını sürdürmüştür. Zulümden başka hiç ama hiçbir özelliği, hiçbir etkinliği, hiçbir gayesi yoktur, olamaz. Beşeri sistemlerin en kâmil (!) olanı sözde  “Demokrasi” olmuştur ve demokrasi de dünya tarihinin en büyük yalanı ve en geliş(tiril)miş sömürü aracından öteye gidememiştir. Günümüz yeryüzünü/bütün bir insanlığı felaketlere duçar kılan etmen, bugün demokrasi yalanından/yanıltmasından başka bir şey değildir.

Evet:

 -Günümüzde, küresel emperyalizminin her türlü haksızlıklarını, gammazlıklarını meşrulaştırma aracının adı demokrasidir.  

-Günümüz dünya sathında on milyonlarca insanın evsiz barksız kalmasının en büyük paravanı demokrasidir.

-Günümüz işgallerin, sürgünlerin, sömürmelerin temel dinamiği/kaynağı demokrasidir.

-Günümüz insanların kahredici, kışkırtıcı kastlara ayırmanın temel nedeni demokrasidir,

-Günümüz güçsüz, masum, mağdur insanların bir eşya gibi telakki edilmesinin/haksızlığa uğramasının ana sebebi demokrasidir.

-Günümüz dünyasındaki en kirli ticaret şekli olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığının, insan kaçakçılığının temel kaynağı demokrasidir.

-Küresel anlamda insan beyninin dumura uğratılıp, uyuşturulup; diğer yandan bütün bu saplantıları da toz- pembe gösteren, ama gerçekten kapkaranlık amaçlar ve hinlikler yığınlarının adı demokrasidir.

Zira Demokrasi safsatasıyla güya hayatın kaynağı Rahmeti Rahmandan alınarak(!); insana(!) verilmektedir!!!

Evet, insanlık tarihi açık bir şekilde feraset sahiplerine gösteriyor ki; Allah (cc)’ın hükmü dışında adaletten, hakkaniyetten bahsetmek kadar büyük bir bedbahtlık, aymazlık, beyinsizlik yoktur, olmamıştır ve olamaz da.

Atasoy MÜFTÜOĞLU ağabey, konumuzla bağlantılı olarak şunları dile getirmektedir:

“…Bugünün seküler/liberal dünyası çok ciddi/çok vahim ahlaki ve vicdani bir kriz ve körlük içerisindedir. Bu ahlaki körlük sebebiyle kriz göz ardı edilebilmektedir. Ahlaki/insani mülahazalara yer vermeyen modern bilim/teknoloji, siyasal ve ırkçı ideolojilere hizmet etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Modern-seküler ve ırkçı propaganda aracılığıyla değersizleştirilen düşünceler/kültürler/hayatlar şiddete, soykırıma ve vahşete açık hale gelmektedir.

İslami kimliğimizi, kişiliğimizi kendi zamanımızda bir bütünlük bilinci içerisinde temsil edememek gibi bir sorunumuz var. Hayati önem taşıyan her şey, her konu, her ilgi, her sorumluluk, güncel olayların/gelişmelerin/popülizmlerin kuru gürültüsü içerisinde kaybolup gidiyor. Toplumlarımıza dayatılan yabancı anlamlar sebebiyle, kimlik ve kişiliklerimiz sahiciliğini yitirmiştir. Kendi kimlik ve kişiliğimizi, İslami onurumuzu sürdürmek, savunmak, somutlaştırmak için hiçbir bedel ödemedik, ödemeyi göze alamadık. Kapitalist/seküler/liberal bir dünya görüşünün, siyasetin /kültürün/ekonominin/hukukun belirleyici olduğu bir toplumda, İslami varoluşlardan söz etmek hiçbir şekilde inandırıcı olamaz.” (13)

Bütün bu sıraladığımız ve daha da sıralanabilecek pek çok olumsuzluklarımızın temelinde geçmişimizi doğru bir şekilde sorgulayamama/değerlendirememe ve geleceğe dair de muğlâk bir tasavvur cenderesinde kalışımız yatmaktadır. Tasavvur, kişinin hayata dair ileriki planlarımız, projelerimiz ve öngörülerimizdir. Geçmiş netleşmeli ve tasavvurlarımız net olmalıdır. Tasavvurlarımızın net olabilmesi için İslami ölçülere sadakatle bağlılık, bilinç, feraset ve irade lazımdır. Muhakkak ki geçmişten/tarihten ibret alarak, geleceğe yön vermek gerekir. Geçmiş ve gelecek arasında sağlam bağlar kurularak; geleceğe dair öylece sağlam bir tasavvur sahibi olmak lazım. Bu da muhakkak ki vahiy ve sahih sünnet temelli yeni bir bilgi, irfan, idrak, irade, anlayış ve ölçü geliştirmeyi gerekli kılmaktadır. İnsanlığı helake doğru sürükleyen beşeri/cahili hayat sistemlerine karşı, İslam toplumlarının da gür bir şekilde varlık göstermeli, bir aksiyon geliştirebilmelidir. Artık Müslüman dünyası;

-“Ben de varım!”

-“Benim de kendi ölçülerim vardır!”

-“Ben artık kendi özüme dönüyorum!”  demelidir.

Şayet kendimize ait olan bu öz/sahih irade gösterilmezse, ümmet olarak bu sefil halimizden bir kurtuluş yolu bulmamız mümkün olamayacaktır. Mezhebi, meşrebi kalıplara aklımızı tıktırırsak; ırki, etnik, bölgesel/yerel özelliklerimizi bayraklaştırıp, kendimizi bu tür karanlık zindanlara mahkûm edersek, önümüzün aydınlanacağı zehabına asla kapılmayalım. Rahmanın şeriatını, Efendimizin hayat tarzını yegâne kıstas olarak gereğince anlamaktan ve de yaşamaktan imtina edersek; iflah olmayı beklemeyelim.

Öyleyse nasıl bir tasavvur sahibi olmalıyız? Evet, öncelikle ve özellikle bu gün ümmet olarak vuzuha kavuşturmamız gereken en önemli konulardan birisidir tasavvur sorunu. Bu bağlamda;

*Geçmişi asla göz ardı etmeden; geleceğe dair net bir tasavvur geliştirmeliyiz. Geçmişin hatalarından, yanlışlarından, acı tecrübelerinden dersler/ibretler alınmalıdır.

* Önümüzü net olarak görebileceğimiz şekilde, davamızı anlayarak ve yaşayarak emin adımlarla yürümeliyiz. Yolumuzu aydınlatacak İslami ölçüleri, İslami kaynaklardan alabilme beceri, irade, kabiliyet ve cesaretini gösterebilmeliyiz.

* Rabbimizin göstermiş olduğu kulluk görevimizi eksiksiz olarak ifa edebileceğimiz, cahili etki ve saplantılardan azade olabileceğimiz bir tasavvur geliştirebilmeliyiz. Bunu da çağımızı kasıp kavuran, özellikle de İslam ümmetini bir ahtapot gibi dört bir yandan sarmaya yeltenen her türlü cahili/beşer kaynaklı fikir akımlarından, felsefi görüşlerden, yerel/bölgesel savunulardan ve bayraklaştırılmış yerel/bölgesel/mezhebi/ırki hayat telakkilerinden korunabilecek İslami zırha bürünebilmeliyiz. Bu da her türlü ayrıştırıcılığı bırakarak; sağlam bir iradeye, doğru bir bilgiye, güçlü bir akideye, sahih/İslami/tevhidi bir anlayışına sahip olmayı gerekli kılmaktadır.  

*Her türlü dar ve daraltılmış, kara ve karartılmış, yoz ve yozlaştırılmış gayri İslami zihinsel, inançsal, kültürel, eğitsel, hukuksal ve hareki kalıplardan arındırılmış bir tasavvur geliştirmeliyiz. İleriye bakışımız, Kur-an’ın yol göstericiliğinde ve Efendimizin yaşadığı şekliyle “kal ve hal” olarak bütünlük göstermeli, net olmalıdır.

Elbette ki söylenecekler bunlardan ibaret değildir. Rabbim hak ve hakikati gereği üzere ve bilerek söylememizi, söylediklerimize gereği üzere inanmamızı, inandıklarımızı gereği üzere yaşamamızı muvaffak kılsın inşaallah.

                                                                                             

 

Kaynakça:

1-Şura, 30

2-Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411

3-Müslim, Cennet, 63

4- Nisa, 58

 5- Hazreti Ali

 6-Tezkiret-ül Evliya

7-  İslam Ansiklopedisi/Ömer Hayyam c.34, s. 66

8 Ömer Hayyam, Rubailer

9-Al-İ İmran, 14

10- Acluni, Keşfu’l hafa, c. 2, s.58

11- TDV İslam Ansiklopedisi c. 38, s. 29

 12- Hazreti Ali

 13- Atasoy Müftüoğlu, Varoluşsal Belirsizlikler, s. 171

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim