Şüphesiz ki insan yaratılmışların ahseni ve efdalidir. “(Şüphesiz ki) Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” ( 1) Eğer insan kendisine verilen bu değeri bilir ve ona göre kendisine çeki düzen verirse, daha nice nimetlerle mükâfatlandırılacağı da muhakkaktır.
Diğer taraftan kendisine verilen bu değeri bilmez, reddeder ve ya inkâra kalkarsa; evet, işte o zaman kişinin düşeceği elem verici ve alçaltıcı durumundan dolayı vay onun haline ve başına geleceklere… Çünkü kendisine sunulan onca değerleri, kıymetleri teperek geçenin, yok sayanın elbette bir mücazatı olacaktır. “Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” (2)
Aşağıların en aşağılısı… Seviyesizliğin dip noktası… Suçlu olma halinin en katmerlisi… İnsan, bazen sinirlenince gayri ihtiyari de olsa birilerine (hakaret amaçlı) bazı sıfatlamalarda bulunur ya!!! İşte ayetteki bu durum, o sıfatlamanın en tepe noktasının da ötesini ifade etmektedir. Kısaca insan havsalasının alabileceği en sefil halin de ötesinde bir hal… Ayette izah buyrulan bu hal (aşağıların aşağılısı), an itibariyle muhatabı psikolojik bir zelzeleye uğratmaya yetmektedir. Ötesi Âlemlerin Rabbinin bileceği bir durumdur…
İslam nazarında, insanı en güzel yaratılış üzere yaratan xalıqımız; insanlardan bu yaratılış fıtratını olduğu gibi korumasını, fıtrat üzere en güzel şekilde yaşamasını ve sonuç olarak da (ahrette) en güzel şekilde Rabbinin sonsuz ve eşsiz nimetleriyle mükâfatlanmasını/taltif edilmesini ister. Bizleri irade sahibi kılarak; dikkatimizi şuraya da yoğunlaştırmamızı emir buyuruyor: Yaratılıştan bizlere verilen bütün yetilerimiz; birer emanet olarak verilmiştir. Bu emanetleri dumura uğratmadan, bozmadan, ihanet etmeden esas sahibine geri teslim etmekle sorumluyuz…
Rabbimiz, tarih boyunca insanlara hidayet yolunu gösteren VAHİY ve bu vahyi hayatlarında örnek olarak uygulayan/yaşayan önderler/peygamberler de göndermiştir. Böylece insanoğlu, tarih boyunca başıboş kalmamış ve emin olarak her daim Rabbinin yol göstericiliğinde yaşama imkânına sahip kılınmıştır. Bu yol göstericiliğe inanan, kabul ederek teslim olan ve hayatını Rabbani doğrular dâhilinde tanzim edenler fıtratlarını korumuş, diğerleri ise haktan sapmış ve fıtratlarını bozmuşlardır.
İnsanın bu fıtri yönünü koruyabilmesi için birkaç noktaya temas ederek; daha sonra oruç konusuna geçeceğiz inşallah…
İnsan, yaratılış itibariyle nötrdür. Yani bu dünyaya geldiğinde bembeyaz bir levha mesabesindedir. Ne günahı vardır, ne de sevabı vardır. Artısı, eksisi yoktur. Ama hem artılar ve hem de eksiler edinmeye elverişlidir. Yani kendisine kısmi bir irade verilmiştir. Pek çok yetenek ve kabiliyet sahibidir… Kendini gerçekleştirme ve hatta kendisini aşabilme donanımdadır. Ki insanı yeryüzüne “Halife” yapan tarafı da; kendisini aşabilme yeteneğini kullanma ölçüsüne bağlıdır. Efendimiz, iyilik ve kötülük ile ilgili olarak soru soran Vabısa b. Ma'bed adlı sahabeye şöyle buyurmaktadır:
“İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan şeydir” (3)
Demek ki iyilik ve kötülüğü kesp etmek, insanın iradesine bağlıdır. İnsan akil ve baliğ olduktan sonra, her türlü kazancı/kaybı kendi iradesi ile edinmiş olmaktadır. Öncesinde ise ebeveynin ve çevrenin de mutlak anlamda belli oranda etkisi vardır. Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan (çocuk), İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (4)
Fiiller kişiseldir. Hiçbir insanın filinden, başkası sorumlu değildir. Eğer birisi kendi yanlışlarını başkasına yüklemeye çalışırsa, böyle bir çıkışın/aldatmanın Allah katında asla geçerliliği yoktur. Zira sorumluluk sahibi insan, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edebilme donanımına sahiptir. Rabbimiz, mecid kitabında şöyle buyurmaktadır:
“İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: 'Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di, va'detti. Ben de size (gerçek olmayan) vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, (bu çağırmam nefsinizin hoşuna gitti) siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu, daha önce beni ortak koşmanızı da (ben) tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır.” (5)
Haliyle her mümin, daima samimi ve zinde olmalı/gafil olmamalı. Kanmamalı ve kandırmamalı. Rabbinden verilen yeteneklerini amacına uygun olarak kullanmalı. Kendisini/nefsini arındırma yoluna başvurmalı. Zira Allah Resulü her konuda olduğu gibi, bu konuda da bizlere biricik örnekliği teşkil etmektedir. Efendimizin her gece uyumadan önce şu duayı ettiği rivayet olunmaktadır:
“Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Sen'den (azabından) korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak sana (rahmetine) sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin Nebi’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” (6)
Bu hayat, bütün insanlar için bir sınavdır. Sınavın esas amacı ise; Rabbimizin bizleri üzerinde yaratmış bulunduğu ‘FITRAT’ yapımızı hiç bozmadan, O’na geri verebilmektir. Fıtri yapımızı korumak demek; bu dünyanın ve dünya içindeki bütün yanıltıcıların yanıltmalarına kanmamak, aldatıcıların aldatmalarına da aldanmamaktır. Ancak bunun gerçekleşmesi halinde insan, bu dünyada huzur ve güven içinde hayat sürdürebilir. Aksi halde hayat bir curcunaya döner. Hem bu dünyada ve hem de darı bekada hayat insana zindan/cehennem olur.
Eğer işlenmiş hata ve yanlışlar varsa, hemen nedamet duymak, tövbe ederek yapılan hatadan/yanlıştan dönüş yapmak, insan olmanın gereklerindendir. Eğer yapılan hata ve yanlışlardan pişmanlık duyulmuyor ve geri dönüş yapılmıyor ise, bu durum da iblisin özelliklerindendir. “Allah, Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?" dedi. (O da) "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" dedi. (7)
Hatadan dönüş yapmak, kişiye değer katar, reddetmek ise kişiye değer kaybettirir. Efendiler efendisi ne güzel buyurmaktadır: “Günahından tam olarak dönüp tövbe eden, onu hiç işlememiş gibidir." (8) İnsanı, hiç günah işlememiş makamına getiren tövbe üzerine de birkaç kelam edelim:
Tövbe; deruni bir pişmanlıktır ve samimiyetle yapılan yanlıştan kavlen ve fiilen gerçek bir dönüşü gerçekleştirmektir. Rabbiyle yeniden ve sadıkane bir ahitleşmedir. Bu eylem ile nefis, bir bakıma hesaba çekilir, kişi kendisini yeniler. Tabiidir ki bu pişmanlığın olabilmesi için kişi, evvela yapılan hataların, yanlışların farkına varmalıdır. Bu farkında oluş, peşinde hatanın nedenini, niçinini tefekkür etmeyi gerektirir. Tefekkürü müteakip, işlenen yanlış/günah, kalpte bir pişmanlığı tetikler, bir elem ve sızı oluşur. Bu kalp sızısı ise insanda bir geri dönüşe/o fiilden tövbe etmeye/bir daha işlememeye karar kılar. İşte kısaca buna tövbe diyoruz. Tövbenin, bu şekilde deruni dünyamızdan gelerek samimiyetle dile dökülmesi ve mutlaka hayata yeniden muhteva kazandırması gerekir. Kişinin, günahından tövbe ederek, günah işlememiş gibi olması, bu tövbe ile gerçekleşmektedir. Ki rabbimizin rızasına uygun bir tövbeyi gerçekleştirebilmiş olalım inşallah…
Söz buraya gelmişken, zorunlu olarak nefis ile mücadeleye değinmeden geçmemek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü nefis, istisnasız her insanın dünyasında sürekli etkin bir şekilde var olan ve Rabbine karşı harekete geçme fırsatını kollayan bir gizil düşmandır. Gerek Qur-an’ı Kerim’de ve gerekse hadisi şeriflerde nefis ile ilgili olarak ibret almamız gereken nice dersler vardır. Ayeti Kerimede, iffet abidesi Hazreti Yusuf Efendimizin diliyle şöyle buyrulur:
"Nefsimi temize de çıkarmıyorum, çünkü nefis kötülüğü emreder. Meğer Rabbim rahmetiyle kucaklamış olsun, çünkü Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (9) Yine bu konu ile ilgili olarak Hz. Enes (ra) anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Şeytan insanoğlunda, kanın cereyan ettiği gibi cereyan eder." (10)
Eğer bir peygamber dahi kendisini nefsin şerrinden emin göremiyorsa, bizler kendimizi nasıl emin görelim? Bizlerin, elbette ki nefsin afetlerine karşı daime teyakkuz halinde olmamız zorunlu hale gelmektedir. “De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların hükümdarına, İnsanların ilâhına; O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine (!) vesveseler fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan. “ ( 11)
İbadet, bilinçli bir şekilde yapılmalıdır. Bu bilinç de elbette ki bilgiyi ve sadakati zorunlu kılmaktadır. Eğer yapılan kulluk (ibadet) bilgisiz, bilinçsiz ve gayri samimi yapılıyor ise; unutulmamalıdır ki bunun Allah katında asla bir değeri yoktur. Bu türden gayri samimi ve cahilane ibadet, insanın Rabbi karşısında yücelmesinden ziyade alçalmasına, değersizleşmesine neden olacaktır. Zira kulluk anlamındaki ibadet, (farkında olunmadan) Allah(cc)’tan gayri mercilere yapılmış olunacaktır. Ki bu halde insan şirke düşme durumuyla karşı karşıya gelmektedir. Hal böyle olunca da UBUDİYET ve RUBUBİYET konusu önem kazanmaktadır.
UBUDİYET: Kulun Rabbi ile olan ilişkilerini ifade etmektedir. Şöyle de tarif edilebilir: Hayatın bütününde titizlikle Rabbimizin razı olduğu davranışlarda bulunmak ve Razı olmadığı davranışlardan ise titizlikle sakınmaktır. Kulluk, kuru kuruya yapılan kalıplaşmış birkaç ibadetten ibaret değildir, hayatın bütününe şamildir. Ama muhakkak kurallaştırılmış o ibadetleri de kapsar. Ubudiyet; tam bir bağlanış ve teslim oluşla kişinin Rabbine yönelmesi ve boyun eğmesidir. Ubudiyette mihenk noktası; insanın yürekten razı olarak Rabbine yaptığı ibadetten, Rabbinin de kulundan Razı olmasıdır.
”Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine saygı gösterene mahsustur. (12) Kulluk aynı zamanda; kulun Rabbinin rızasını, O’nun rızasına uygun bir şekilde talep ederek, O’na yürekten teslimiyette bulunmaktır.
İmam Cafer-i Sadık Efendimiz de ne güzel söylemiştir: ‘Kulluk, her an Allahütealaya muhtaç olduğunu bilmek ve O’nun Resulüne tam olarak tabi olmaktır.’ Başka bir sözünde şöyle buyurur: ‘Namaz için abdest alan bir kimse, yalan konuşursa abdesti bozulur. Nitekim yalan konuşmak orucu da bozar.
Dinleyicilerden birisi Hazrete şöyle sorar:"Biz yalan konuşuyoruz, öyleyse orucumuz batıl mı oluyor?" dediğinde İmam aleyhi's-selâm şöyle buyurdu:
Allah'a, Peygamber'e ve İmamlar'a isnaden söylenen yalan orucu bozar. Sonra da şöyle buyurdu:
Oruç tutmak, sadece yemek ve içmekten sakınmak değildir. Hazret-i Meryem aleyha’s selâm şöyle buyurdu: "Ben Rahman olan Allah için oruç adamışım." Yani "Susmak orucu!" Öyleyse, dillerinizi koruyun, gözlerinizi yumun (namahreme bakmayın), haset etmeyin, münakaşa yapmayın. Ateşin, odunu yaktığı gibi, haset de imanı yakar.’ (13- Caferider)
RUBUBİYET: Rububiyet, Rablık, Allah(cc)’ın bir sıfatıdır. Kelime olarak terbiye etmek, ıslah etmek, taahhütte bulunmak, kemale erdirmek, efendisi olmak, sahip olmak, istediğini yapmak-yaptırmak, rızık vermek, sevk ve idare etmek… gibi anlamlara gelmektedir. ‘Rabbim Allah(cc)’tır’ dediğimizde; hayatımı O’nun emir ve yasakları dâhilinde inanarak yaşarım demektir. Kul, Rabbini; Rabbinin kendisini tarif ettiği şekliyle tanımalı, inanmalı ve teslim olmalıdır. Rububiyeti bu şekilde bilmelidir. Rububiyet, bütün kâinatta olduğu gibi, insanın da üzerinde başka herhangi bir tasarrufu kabul etmez. Zira İlah’lıkta, Xalıq’lıkta, Hayy’lıkta, Qayyum’lukta… olduğu gibi Rabb’lıkta da yegane yetki Allah (cc)’a aittir. Rabb’lık, hiç bir şekilde, hiç bir varlık, kurum veya merci ile paylaşılamaz. Rububiyeti Allah (cc)’tan bilmek (ki mutlak anlamda öyle olmalıdır), hayatın bütün kıstaslarını, kurallarını, kaidelerini, bilgi ve inanç esaslarını Allah (cc)’tan almak demektir. Kulun hayatındaki belirleyicilik, tanzim, takdir ve icraatın yegâne kaynağı Rabbinden olmalıdır. Aksi halde kul açısından Rububiyet reddedilmiş olunur ki; bu durumda ubudiyetin de hiçbir anlam ve geçerliliği kalmamış demektir. Sonsuz kerem sahibi, Rabbi Rahman bu konuda insanların dikkatini/dikkatimizi ne güzel çekmektedir:
“De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere malik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor? Hemen: ‘Allah’ derler.” (14) "Dikkat edin, yaratma ve emretmenin hepsi sadece O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir." (15)
Ubudiyet ve Rububiyet konusunda (Kul-Rabb ilişkilerinde) mutlaka fert ve toplum olarak kendimize bir çeki düzen vermeliyiz. Genel anlamda bakıldığında, Rabbimizin tarif buyurduğu kulluk anlam ve anlayışın fersah, fersah uzağında hayat sürdürmekteyiz. Hal böyle olunca da Allah (cc) katında ibadetlerimizin, insanlar arası ilişkilerimizin, toplumsal huzur ve güvenimizin anlam ve değeri kalmamıştır. Toplum ve fert olarak, tarih boyunca pek çok kavmin helakine sebep olan hal ve hareketleri sergilemekteyiz. Oysaki Rabbimiz, inananları bütün bunlardan men etmektedir.
“Muhakkak ki; benim namazım, kurbanım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” de. (16)
Demekle kalmayıp, bizzat yaşamak şarttır. Yaratılış gayesini bilen kimse, hayatın tümünü Rabbine hasreder. Bu şekildeki bir hayatın Allah katında değeri olur. Böyle bir hayatı yaşayanın, Rabbinden isteklerde bulunması anlam kazanır. İşte buradan itibaren kulun Rabbi ile sağlıklı ilişkiler kurması ve geliştirmesi söz konusu olur. İbadetler bu minval üzere olması ile kulun Rabbine doğru yön bulmasına ve ilerlemesine katkı sağlar. Namaz, bu hal üzere müminin miracı olur. Oruç bu hal üzere nefis tezkiyesini sağlamaya yönelik anlamlı bir eylem haline gelir.
Rabbimiz, insanın fillerini genel olarak üç ana başlık altında topladığını bizlere bildirmektedir. Bunlardan birincisi, emredilen fiillerdir ki, bunlar iyiliklerdir. İkincisi nötr olan fiiller ki, bunlar mubahlardır. Üçüncüsü ise yasaklanan fiillerdir ki, bunlar da kötülüklerdir. (Bu fiiller kendi aralarında derecelere ayrılırlar ama burada bunlara değinmeyelim).
İnsana verilen cüzi irade ile bu üç fiil türünden, hangisinden ne derecede işleyeceğine bir bakıma insan kendi iradesi ile karar vermektedir. İnsan, yaptıklarından sorumludur ve muhakkak yaptıklarından da hesaba çekilecektir… Biricik örneğimiz ve önderimiz Resul-i Ekrem (sas), ailesi ve akrabalarına şöyle hitap etmiştir: “Ey Muhammed (sas) kızı Fatma, Ey Abdulmuttalip kızı (halam) Safiye, Ey Abdulmuttalip oğulları, Kendi malımdan arzu ettiğinizi isteyin vereyim. Fakat ben sizi Allah’ın azabından kurtaramam. Kendinizi ateşten koruyunuz. (17)
İnsanın benliğinde var olan nefis, bir bakıma insanın onu terbiye etmesine bağlı olarak şekillenmektedir. Kişinin, iradesini Rabbinin buyruğu çerçevesinde kullanma oranına bağlı olarak nefis; ya nefsi emare olmaktadır ki bu nefis sadece kötülüğü emreder, … hatta nefsi marziye/ razı olmuş-olunmuş nefistir ki; hem bu nefis sahibi olan kul, rabbinden razı olmuş ve hem de Rabbi bu bahtiyar kulundan razı olmuş olarak, kul Rabbine dönüşünü gerçekleştirir.
Nefsi emare, insanı, insani özelliklerinden sıyırıp, esfele safilin derekesine düşürmeye ve rabbi katında suçlu hale getirmeye uğraşır. Kılavuzu şeytandır. Nefsi emmare, uhrevi beslenmeden tamamen uzak olup; dünyevi besinlerden beslenip, insanı dünyevileştirmektedir (seküler insan!). Rabbi Rahmanımız, bu nefisten kurtuluşun yollarını buyururken, en etkin ve keskin etkenlerden birisini de “ORUÇ” olarak bildirmektedir. Zira oruç, önemli ölçüde dünyalık besinlerden, hazlardan insanı alıkoymaktadır. İnsanı Rabbine bağlamakta ve nefis ile mücadele eğitimini vermektedir. Oruç, insanın dünyevi bağlarını zayıflatmakta ve uhrevi bağlarını pekiştirmektedir. Ramazan orucu ile bir aylık bir terbiye eğitiminden sonra insan, Rabbiyle daha barışık ve ona teslim olma kıvamına gelmektedir. Şimdi gelelim oruca.
ORUÇ: Oruç, hicretin ikinci yılında farz kılınan bir ibadettir. Ayrıca Rabbimiz orucu daha önceki ümmetlere de farz kıldığını buyurmaktadır. “Ey iman edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı -ta ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz.” (18) Oruç, insanın iç dünyasında manayı maddeye karşı galip getirme mücadelelerinden biridir. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şahdamarından daha yakınız.” (19)
Rabbimiz, biz insanlara ne kadar güzel tarif buyurmaktadır. Evet, oruç gerçekten de günahtan sakınmanın/sakındırmanın en etkili yollardan birisidir. Zira insanın beşeri yönünü/seküler tarafını zayıf bırakma ve ruhani/deruni yönüne de kuvvet veren/takviye eden, Rabbine taate götüren bir özelliği vardır.
Daha önce de değindiğimiz gibi insanı azgınlığa, tuğyana, isyana vs. sevk eden nefsi emaredir. Adbulkadir Geylani şöyle der:’İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.’ (20 ) Evet, ne güzel de ifade buyurmuş. Eğer nefse isyan olmasa; Rabbe itaat olmaz. Rabbe itaat olmadığında ise insan azgınlaşır, Nemrudlaşır, Firavunlaşır, insanlığından sıyrılır, şaki ve baği oluverir.
Orucun insana kazandırdıklarını birkaç başlık altında toplamak istersek; şöyle sıralayabiliriz:
1-Oruç tezkiye-i nefstir: Aslında fıtrat üzere nefis azgın, kirli değildir. Lakin kirlenmeye elverişli ve meyyaldir. İnsana verilen cüzi irade ile nefis, insandan gördüğü ilgiye bağlı olarak halden hale girebilmekte, kıvam değiştirebilmektedir. Ne yazık ki insanın dünyevi yönüne ağırlık vermesi sonucu nefsi dünyevileşir/dünyevileştirir. Aslında nefis, insan tarafından binilmesi gereken bir binektir. Yani ruh/mana; bedene/maddeye binmelidir. Madde, mananın emrinde olmalıdır. Bu da kişinin Rabbini bilmesi ve O’na kulluk yapmasıyla olur. Şayet kişi bunu yapmazsa, nefis insana biner ve dünyevi yöne doğru kişiyi mahmuzlar. Sadi bir beytinde der ki: “Bir kişi düşkün, zayıf, hasta ve açken, onu Beyazıdı Bestami ve Cüneydi Bağdadi zannedersin; fakat tok, sağlıklı ve makam sahibi olduğunda Nemrutlara, Firavunlara bile taş çıkartır.” (21)
Yukarıdaki tarif, gerçekten insanın zaaf yönünü ele vermektedir. Daha doğrusu azgın nefsi izah ediyor. Emredici nefis fırsatı buldu mu, anlık bile durmaz ve hemen harekete geçer. Kötülüğün alasını işlemeye koşar. “Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Ancak insanlar kendilerine zulmederler.” (22) Rabbani terbiye olmayınca ve azgın nefis insanoğluna hükmedince, sonuçta insanın olacağı odur. Rabbani terbiyenin yerini şeytani yönlendirme alır. Unutulmamalıdır ki oruç ile insan nefsini tezkiye etme imkânı elde edebilir.
2-Oruç bir kalkandır: Oruç, insanı kötülüklere karşı korunmada bir kalkan görevi görmektedir. Zira oruçlu iken bütün uzuvlar, itina ile Rabbine teslimiyet üzeredirler. Oruç, nefsi emareye karşı bir Rabbani eğitim programıdır. Nefsanî, hırslara, galeyanlara karşı set çeker; Rabbine ibadetle meşgul olur. Bu programa titizlikle uymak, bu kalkan ile dünyevi kirlerden arınmaya çalışmak gerekir. Oruç ile mide tıka basa doldurulmaktan sakınılır. Yeme ve içmeden, cinsel ilişkiden uzak durularak; dünyevi ve şehevi hazların bastırılması veya zayıflatılması sağlanmış olunur. Bir rivayete göre Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
"Âdemoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki Âdemoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın." (23) Oruçlu iken çok konuşulmaz, yalan söylenmez, gıybet edilmez, haksızlık yapılmaz, harama bakılmaz, kin güdülmez, kötü yerlere uğranmaz… Rabbinin huzurunda kulluk makamında olur… Oruçlu iken merhamet, şefkat duyguları gelişir, bütün uzuvlar Rabbani kontrol altında olur, iyilik melekeleri insanda nevşu nema eder… Evet, oruçlu kişi, bu ve benzeri bilumum iyiliklere yönelerek, kötülüklerden uzak durur ve orucu kendisini nefsin afetlerine ve dünyevi zevk ve ihtiraslara karşı koruyucu bir kalkan olur.
3-Oruç bir temizlenmedir: “Gerçek şu ki, onu (nefsi) temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten zarara uğramıştır.” (23) Hemen şunu ifade edelim ki fail, burada insandır. Unutulmamalıdır ki; insan bedeni bir savaş meydanıdır. Bu meydanda iman ve küfür orduları daima cidal halindedirler. İnsan, aklını/gücünü hangi ordudan yana kullanırsa, insan bedeninde o ordu muzaffer olur. O halde akıl Rabbini tanımalı, güç O’nun emirlerine tabi olmalı ki; iblisin ordusu kendi bedeninde mağlup olsun. Bu şekilde Rahmani iklim, bedene hâkim olsun ve bu beldeyi her türlü kötülüklerden muhafaza buyursun.
Oruç ile kişi, bir yandan nefsin beslenme kaynağını kısarak (tıka basa yemeyerek), dünyevi ve şehevi ihtiraslara gem vururken; diğer yandan kulluk bilincini geliştirme gayretleriyle kendini arındırmaya yönelmektedir. Bir insan olarak kendisine çizilen kulluk sınırları içinde hayatını tanzime dikkat eder. Bedenin bütün azaları bir birlik içinde, Rabbine yönelerek kulluk görevinde olur. Oruç ile nefsi ihtiraslar zayıflatılırken; kişi, madde âleminden melekût âlemine doğru yol alır.
“Evlenmeye gücü yeten ve imkânı olan kimse evlensin. Çünkü gözü ve namusu (haramdan) korumada evlilik en etkili yoldur. Evlenmeye gücü yetmeyen ve gücü olmayanlar ise oruç tutsunlar. Çünkü oruç insanın şehvetini kırar.” (25)
İnsanın, insan olarak tekâmülü, nefsinin terbiye ve tezkiye durumuna bağlıdır. Nefis terbiyesinde tefekkür, tezekkür, mukarebe, muhasebe, müşarete ve mücadele gibi aşamalarla arınma yolunda ilerleyen kişi, Rabbine teslimiyetini ve korunmaya girmeyi gerçekleştirebilir. Dünyevi kir ve tehlikelerden korunabilir.
4-Oruç, Toplumsal huzura katkı sağlar: Oruç, kişiyi kötülüklerden bir arındırma ameli olduğuna göre, toplum içinde yaşana gelen kötülüklerden toplumun da arınmasını getirir. Yani orucun, ferdin arınmasını gerçekleştirmesi; toplumun da arınmasını beraberinde getirmektedir. Ferdin kendi iç dünyasında huzur ve güveni tesis ettiği gibi, toplumsal iç huzur ve güveni de tesis etmektedir. Oruç ile insanın, ‘halden anlama’ iradesi gelişir. Toplumun muhtelif kesimleri arasında yakınlaşma ve muhabbet gelişir. Yardımlaşma, sevgi, saygı, merhamet duyguları mecrasına girer.
Şeytanın ve nefsin çalışma alanı/pazarı günahlardır. Şeytan ve nefis, insanları bu alana sevk etmeye çalışırlar. Hâlbuki oruç ile insanlar deruni kuvvet kazanarak; günah işlemekten kaçınırlar. Deruni hayat kuvvet kazandığında, şeytan ve nefsin çalışmaları verimsiz kalır. Nefis ve şeytanlar, cehennem kapılarının pazarcılarıdırlar. İnsanları da, işlettikleri kötülüklerle cehennemin kapılarına/günah pazarına hareketlilik kazandırmaya uğraşırlar. İşte oruç ile müminler, nefis ve şeytanın pazarlarından el etek çekerek; Rabbani pazara/hayır işlerine yönelirler. Haliyle cehennemin müşterileri azalır; kapıları kapanır, cennetin müşterileri ise artar; kapıları açılır. “Ramazan ayının ilk gecesi girince şeytanlar ve cinlerin azgınları zincire vurularak bağlanır. Cehennemin kapıları kapatılır, hiçbir kapısı açılmaz. Cennetin kapıları ise sonuna kadar açılır, hiçbirisi kapalı tutulmaz.” ( 26)
Eğer fert ve toplum, farkında olarak ve bilinçli bir şekilde oruç tutulur, kulluk görevi ifa edilirse; şeytanlar zincire vurulacak demektir. Yani şeytanın insanlar üzerinde fazla da bir etkisi olmayacaktır. O halde kul olduğumuzun farkında olalım ve bir an dahi olsa gafil olmayalım. Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Allah’ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (dahi olsa) nefsimle baş başa bırakma.” (27)
Ramazan ayı aslında Qur-an ayıdır. Rabbimiz Qur-an’ı bu ayda nazil buyurmuştur. Nazil buyurduğu geceyi de kadirli kılmıştır. Hem de öylesine bir kadir ki, bin aydan daha değerli, kıymetli. Yeter ki insan bu kıymeti bilsin ve değerlendirsin. Zira Qur-an, insanlara gelen Rabbani hidayettir. Bu hidayete tabi olan insan, mutlak manada zulumattan kurtulup; nura vasıl olacaktır. Rabbinin emniyeti altında hayat sürecektir. Öyleyse Ramazan ayında bilinçli bir şekilde oruç tutarak, arınmaya odaklanmak gerekir. Bu odaklanmayı bilahare yıl boyunca da muhafaza etmeye çalışmak gerekir. Qur-an ki; insanlığın yegâne kurtuluş reçetesidir.
“ Biz o (Kur'ân)nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail veya Ruh adındaki melek) o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir.” (28)
Qur-an ki, insanlığı karanlığın, cehaletin bütün kötülüklerinden kurtararak; Rabbimizin biricik adaletine, rahmetine, hidayetine kavuşturmuştur. İnsanların hem Rabbi ile ve hem de kendi aralarındaki ilişkilerini düzeltmiştir. İnsanların sonsuz huzura kavuşması sağlanmıştır. Qur-an’ın inzal buyrulduğu ay, oruç ayı kılınmıştır. Bu oruç, insanlar için bütün yönleriyle bir arınma/olgunlaşma eğitimidir, bir adayıştır. Rabbine kul olmanın en güzel izharıdır. İçinde riyanın, yalanın, hilenin, çok yüzlülüğün… olmadığı, olamayacağı bir teslimiyettir.
Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle: “Oruç, sabrın yarısıdır. Sabır da imanın yarısıdır.” (29)
Ebu Umame (ra) den rivayet edilmiştir: (Bir gün peygamberimize) “Ya Resulallah! Bana bir amel emret” dedim. Bana “Oruç tut! Çünkü oruca denk bir ibadet yoktur.” buyurdu. Ben yine “Ya Resulallah! Bana bir amel emret” dedim. O da yine “Oruç tut! Çünkü oruca denk bir ibadet yoktur.” buyurdu. Ben tekrar “Ya Resulallah! Bana bir amel emret” dedim. O da tekrar “Oruç tut! Çünkü oruca denk bir ibadet yoktur.” buyurdu. (30)
Ebu Hüreyre (ra), Resulullah (sas)’ın hadis-i kutsisinde şöyle dediğini rivayet etti: Allah Azze ve Celle buyurdu ki:
“Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Yalnız oruç hariçtir. Çünkü o benim içindir. Onun mükâfatını da ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Sizden biri oruçlu olduğu günde edebe aykırı kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Şayet biri ona kötü söyler veya kendisiyle dövüşürse ‘ben oruçluyum, ben oruçluyum’ desin. (ona uymasın) Muhammed’i irade ve kudretiyle yaşatan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağzının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha iyidir. Oruçlu için ferahlanacağı iki sevinç vardır:
1. İftar ettiği zaman (açlıktan kurtulduğu için) sevinir.
2. Rabbine kavuştuğu zaman, orucunun sevabıyla (alacağı mükâfattan dolayı) sevinir.” (31)
“Oruçlu yemesini, içmesini ve cinsi arzusunu benim için terk eder. Oruç benim içindir. Onun mükâfatını da ben veririm. Bir iyiliğe on misli sevap vardır” (Oruç ibadetine verilecek sevabın miktarı bana aittir. Onun sevabını ben takdir ederim)” (32)
Rabbim oruçlarımızı indi dergâhında kabul buyursun. Oruç tutuyoruz. Orucun manevi havasını teneffüs ediyoruz. Umarın oruç da bizi tutsun, ma’siyetlerimize gem vursun. Oruç tuttuğumuzda, kendimizi de oruca tutturmayı bilelim ve başaralım. Orucun rahmet ve bereketinin bütün bir ümmet üzerine sağanak, sağanak yağması dilek ve dualarımla…
Öze Dönüş Dergisi sayı 6
1-Tin Sûresi, 4
2-Tin Sûresi, 5
3-Darimi, Büyü, 2
4-Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17
5-İbrahim Sûresi, 22
6-Buhari, Davet, 6
7-Araf Sûresi, 12
8-İbn Mâce, zühd 30
9-Yusuf, 51-53
10-Ebu Dâvud, Edeb 125
11-Nas Sûresi, 1-6
12-Beyyine Sûresi, 8
13- Caferider
14-Yunus Sûresi, 31
15-A'râf Sûresi, 54
16-En’am Sûresi, 162
17-Müslim, İman, 348-350
18-Bakara Sûresi, 183
19- Qaf Sûresi, 16
20-Abdulkadir Geylani
21- M.Fatih Çıtlak Akadamik Semazen
22- Yunus Sûresi, 44
23, Tirmizi, Zühd, 47
23, Tirmizi, Zühd, 47
25, Buhari – Tirmiz
26, Buhari, Savm 5, Müslim Siyam, 2
27- Ebu Dâvûd , “Edeb”, 110
28- Qadir Sûresi
29- Ebu Nuaym
30- Nesei, İbn Huzeyme, Hâkim
31, Buhari, Müslim
32, Buhari