• BIST 9091.07
  • Altın 2324.75
  • Dolar 32.3712
  • Euro 34.9966
  • İstanbul 21 °C
  • Ankara 21 °C
  • Van 8 °C

ULUS VE ÜMMET MESELESİNİN TEKVİNİ VE TEŞRİİ AÇIDAN İZAHI

Zeki Savaş

 

 

 

Allah u Tebareke ve Teala, alemlerin rabbidir, yaratıcısıdır. Evreni yaratırken, mevcudatı inşa ederken kanunlar koymuştur. Alemlerin yaratılışına, mahiyetine, düzenine, devamına ilişkin kanunlara tekvini kanunlar denir ve bu kanunlarda hiçbir zaman değişiklik olmaz ve hiç kimsenin gücü bu kanunları değiştirmeye yetmez. Tekvini kanunların yegane sahibi Allah'tır. La gayr.

Beşerin salahı, hidayeti, doğru yolda yürümesi için va'z edilen hükümlere de teşrii hükümler denir. Bu hükümleri sadır edene de şari' denir. Teşrii hükümleri de Allah ve Resulü koyar. Bu sebeple Allah ve Resulü şaridir, teşrii kanun koyandır.

Ulus meselesi, tekvinidir, ümmet meselesi teşriidir. Ulus ve uluslar, Allah'ın yaratmasıyla ilgilidir. Beşeri farklı ırklara, dillere, renklere ve kültürlere ayıran Allah'tır. Ulusların bir hakikat olarak varlığı tekvini bir meseledir. Bu hakikati inkâr etmek veya görmezlikten gelmek, hiçbir şeyi değiştirmeyeceği gibi, tekvini yasalara karşı bir isyandır.

Ümmet meselesi, teşriidir. Tekvini yasalara tabi olan insanoğlundan İslam'ı kabul eden ulusların, teşrii yasalar üzerinden birlik oluşturmaları meselesidir. Ümmet, İslami değerler manzumesi üzerinden birlik oluşturulmasıdır.

Tekvini ve teşrii yasaların sahibi Allah olduğuna göre, tekvini ve teşrii yasalar arasında bir çelişki ve karşıtlık olmaz. Bu temel esasa binaen ulus ve ümmet meseleleri birbirinin asla karşıtı ve zıddı sayılamaz. Bu iki kavramı karşıtlık temelinde ele almak, Allah'ın tekvini ve teşrii yasalarını birbiriyle çatıştırmak manasına gelir ki, beyhude bir çabadır.

Yine bu temel esasa binaen  ümmet ve ulusu karşıtlık temelinde tanımlamak ve tarif etmek, esastan yanlıştır. Temelden yanlış üzerine inşa edilecek bir konuda doğruya ulaşmak imkânsızdır. İşe, bu iki kavramı tekvini ve teşrii yasalar çerçevesinde tanımlamakla başlamak gerekir. Teşrii yasaların, tekvini yasalara tabi olduğunu da unutmamak icap eder.

 

Ümmet, İslam Dini'ni kabul eden bütün ulusların ve tek tek tüm bireylerin ilahi değerler üzerinden oluşturduğu dini birliğin adıdır. "Müminler ancak kardeştirler" (Hucurat:10) ayeti, bütün müminler arasında kardeşlik hukuku oluşturmaktadır. Kardeş kardeşle kavga etmez, onu dışlamaz, ona üstünlük taslamaz, onu ikinci sınıf saymaz. Kardeş kardeşi korur, ona yardım eder, onunla birlik olur, onu kendisiyle eşit görür.

Teşrii kanunlar gereği ilahi değerler üzerinden oluşturulan ümmet birliği, tekvini yasaların sonucu olan ulusları ve ulusal kimlikleri ve hakları yok saymaz, inkâr etmez, erezyona uğratmaz.

Ümmet kavramını tekvini ve teşrii yasalar gereği, ulusları ve ulusal kimlikleri ve hakları yok sayacak bir mahiyette tanımlayamayız. Ümmeti tek devlete, tek bayrağa, tek dile indirgeyen siyasi bir tanıma dönüştüremeyiz. Ümmet, bu anlamdaki bir birliğin karşılığı değildir. Ümmet teşrii ise, onu tekvinin sonucu olan farklı ulusları teke indirgeyerek tanımlama hakkımız olamaz. Ümmet, farklılıkların birlikteliğidir, teklerin değil.

Ümmeti Türk, Kürd, Fars, Arap, Peştun, Hindu, İngiliz, Fransız yoktur sadece Müslüman vardır şeklinde tanımlamak esastan yanlıştır. Hakeza Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur, Kürd'ün dini de imanı da Kürdistan’dır demek de esastan yanlıştır. Bu tanımlar, karşıtlık üzerinde yapılan, Allah'ın tekvini ve teşrii yasalarını karşı karşıya getiren yanlış tanımlamalardır. Ümmet ve ulus, iki ayrı şeydir ve birinin kabulü, ötekinin reddini gerektirmez. Allah'a iman, ikisinin de kabulünü gerektirir. İkisi arasında çelişki yoktur. O çelişkiyi biz oluşturuyoruz. Bu çelişki, bizim zihni teşeveşşümüzün, dini doğru anlamamamızın sonucudur. Dini birlikle devlet birliğini, dini birlikle dil birliğini, dini birlikle bayrak birliğini, dini birlikle egemenlik birliğini birbirine karıştırmamızın sonucudur.

Teşrii olan ümmet bizden şunu istiyor: İman etmişseniz, ilahi değerlere göre yaşayacaksınız ve Müslüman olan herkesi ve ulusu kardeşiniz göreceksiniz, ona kardeşçe davranacaksınız, kardeşliğin gereğini yapacaksınız. Ümmet budur. Ümmet, dille, ırkla, egemenlik hakkıyla ilgilenmiyor. İster tüm dünya Müslümanları tek devlet ve tek bayrak altında yaşasın ister yüz devlet ve yüz bayrakları olsun. Bu konuyla ilgilenmiyor ümmet. Hangi şekilde yaşarsanız yaşayın fark etmez. Yeter ki ilahi değerlere göre yaşayın ve kardeşliğin gereğine uyun.

Bir örnek verelim: Bir babadan olan on kardeşin ayrı ayrı evleri var, ayrı ayrı işleri var, ayrı ayrı sistemleri var ama hepsi birbirini destekliyor, birbirine yardım ediyor, birbirini kolluyor ve gözetiyor, birbirlerine saygı ve sevgi gösteriyor. İşte ümmet, bu birlik halidir. Hangi akıl sahibi insan on kardeşin bu durumunu birliğe ve kardeşliği aykırı telakki edebilir? Öte yandan yine bir babadan olan on kardeşin bir evde, bir işte ve bir sistem içinde çalıştığını ve yaşadığını var sayalım. Ama bu kardeşler arasında her gün kavga, dövüşme, birbirinin aleyhinde olma, birbirinin ayağını kaydırma, yardımlaşmama, dayanışmama içinde olduğunu düşünelim. Hangi akıl sahibi bu on kardeşin birlik içinde olduğunu söyleyebilir? Ama bu on kardeş ikinci durumda da birinci durumda olduğu gibi yardımlaşma içinde olursa yine kardeşlik tahakkuk etmiş olur.

Uluslar da aynen böyledir. Ümmet, bütün Müslüman ulusların bir devlet halinde olmasını, tek dili kullanmasını, tek bayrağı sallandırmasını önermiyor. Tek devletiniz ve tek bayrağınız da olabilir, her birinizin bir devleti, bir bayrağı ve bir egemenlik alanı da olabilir. Bu, sizin karar vereceğiniz bir şeydir ama hangi şekilde yaşarsanız yaşayın, ilahi değerlere bağlı kalın ve bu değerler manzumesi üzerinden birlik oluşturun, kardeşlik oluşturun diyor.

Ümmet on kardeşin aynı evde yaşaması ve ortak iş yapmasını önermediği gibi Müslüman ulusların da tek devlet halinde bulunmasını önermiyor. Kardeşlerin birbirinden yarılması, herkesin kendi evini ve işini kurması ne kadar doğal ise, ne kadar tekvini kanunlara uygun ise, Müslüman ulusların da her birinin kendi devletini kurmak istemesi o kadar doğaldır. Kardeşlerin ayrılmasını doğal karşılayıp kardeş ulusların ayrılmasını felaket görmek esastan bir çelişkidir.

On kardeşin bir villada yaşamak istemesi, aynı işte çalışmak istemesi ne kadar doğalsa, farklı Müslüman ulusların bir devlet çatısı altında yaşamak istemeleri de o kadar doğaldır. Ümmet bu konularla ilgilenmiyor. Siz bilirsiniz diyor. Maslahatlarınız neyi gerektiriyorsa öyle yaşayın diyor ama hangi şekilde yaşarsanız yaşayın, kardeşçe yaşayın. İlahi değerlere göre yaşayın ve gereğini yapın. İlahi değerlere göre yaşadıkça ve gereğini yaptıkça kardeşsiniz ve ümmetsiniz. Aksi halde birlikte de yaşasanız ayrı da yaşasanız kardeş ve ümmet değilsiniz.

 

Bizim yanlışımız, ümmet ve ulus meselesini siyasi bağlama indirgememiz, konuyu devlet, egemenlik ve dil birliği temelinde tartışmamızdır. Tekvini olanla teşrii olanı birbirine karıştırmamızdır. Temel sallantıda olunca, alt yapı çelişkilerden sallanınca sağlam bir üst yapı kuramıyoruz. Ümmet ile ulus ve ulusal hakları birbiriyle çelişkili gören bir zihniyet hiçbir zaman için ümmet oluşturamaz. İkisi arasında çelişkinin olmadığını, her ikisinin de Allah'ın yasaları olduğunu gördüğümüz zaman sonuca ulaşırız. Tartışılması gereken değerlerdir, hangi değerler üzerinden yaşadığımızdır. Bir kavmin kendi devletini kurmak istemesi, ümmetten ayrılmak değildir. Bir kavmin ilahi değerlerden ayrılması ümmetten ayrılmadır. Arapların kendi devletini veya devletlerini kurması ümmeti bölmek değildir. Arapların ilahi değerlerden ayrılması ümmeti bölmektir. Hangi kavmin kendi devletini kurmasını tartışmamalıyız. Hangi kavmin, kendisini hangi değerler sistemi üzerine inşa etmek istediğini tartışmalıyız. Tartışılması ve kavgası verilmesi gereken şey değerlerle ilgilidir, şekille ilgili değildir. Biz yıllardır ümmet ve ulus meselesini yanlış temelde tartışıyoruz. Bu konuyu şekil temelinde tartışmak esastan yanlıştır. Her ne zaman konuyu değerler temelinde tartışmaya başlarsak, doğru zemine çekilmiş oluruz.

Bir Kürd, Türk, Arap, Fars İslam'ı din olarak kabullenip gereğini yaptığı sürece kardeştirler ve bir ümmettirler. Bunların Kürdistan’ının, Türkistan’ının, Arabistan’ının, Farisistan’ının olması bu birlikle çelişmez ve bu, birlikten apayrı bir konudur. Hakeza bu dört ırk ve kavim tek devlet, tek bayrak ve tek dil içinde yaşasa, ama İslam'ı din olarak kabul edip yaşamasa ne ümmetten ne de kardeşlikten söz edilemez.

Teşrii suçun cezası tekvini hakkı yok etmez

Bir diğer önemli konu da şudur: Teşrii yasalara uymamak, tekvini yasalardan doğan hakkın ilgasını gerektirmez. Örneğin evlenmek veya neslin çoğalması tekvini yasanın gereğidir ve her canlı bu yasaya tabidir. Bir Müslüman babanın evlatlarını evlendirmesi onun teşrii görevidir. Çocuklarından biri namaz kılmıyorsa, teşrii yasayı çiğniyorsa, bu suç, o çocuğun tekvini hakkı olan evlenme hakkını elinden almaz. Babası, "sen namaz kılmadığın için seni evlendirmiyorum" diyemez. Namaz kılmamanın bir cezası varsa ve bu cezayı baba uygulayabiliyorsa uygular; ama namaz kılmadığı için onun tekvini yasalardan doğan hakkını elinden alamaz.

Müslüman bir ulus, İslami değerler üzerinden bir devlet kurmayı benimsemiyorsa, bunun kavgası verilir; ama o ulusa sen bu sebepten ötürü egemenlik hakkını kullanamazsın, bayrağını ve dilini kullanamazsın denemez. Biri teşrii, ötekisi tekvinidir. Teşrii suçun cezası, tekvini olamaz. İslam Peygamberi (s.a.v), Arap ve Arap olmayan hakimlere davet mektubu gönderdiğinde onları İslam'a davet ediyordu. Müslüman olursanız, yönetiminiz, egemenlik hakkınız, diliniz, bayrağınız yerinde kalacak. Ama kabul etmezseniz size savaş açarım diyordu. Peygamber'in (s.a.v.) savaşı, değerler üzerinden verilen bir savaştı. Eğer o günün İran'ı ve Bizans'ı İslam'ı kabul etseydi, devletleri, dilleri, bayrakları yerinde kalacaktı.

Müslüman bir ulus, İslami olmayan değerler üzerinden egemenlik hakkını kullanmak istiyorsa, sen İslam'ı benimsemediğin için bu hakkı sana tanımayız denemez İslam açısından. Tam aksine bu senin kevni hakkındır, bunu kullanabilirsin; ama değerlerin İslami olacak. Kabul etmiyorsan bu hakk yine tanınacak; ama İslami değerleri benimseyenlerin eliyle uygulanacak denir. Önce hak olanı tanıyalım, sonra haksız olanın kavgasını verelim. Aksi halde, tartışma ve kavga İslam ve ümmet kavramlarının ifade ettiği anlamın dışındaki bir zeminde yürür.

Bütün ve parça ilişkisi

Ümmet ve ulus ilişkisi, bütün ve parça ilişkisidir. Ümmet, ilahi değerler üzerinden sağlanan bütünü, uluslar o bütünün parçalarını ifade eder. Bütün Müslüman uluslar, değerler manzumesi cihetinden tek millettir ki, buna ümmet diyoruz; ama hilkat ve tekvini açıdan tek olan bu ümmet çok sayıda ulustan/parçadan oluşmaktadır. Toplam ile parçaları arasında çelişki olmaz. Çünkü her toplam, parçalardan oluşur. Parçaları yok saymak ne kadar yanlışsa, bir parçayı toplamın yerine koymak veya parçaları toplamdan ayırmak da o kadar yanlıştır. Ümmet adına ulusları ve ulusal hakları yok saymak yanlış olduğu gibi, ulusları değerler üzerinden birbirinden ayırmak ve onları çatıştırmak da o kadar yanlıştır.

Yıllardır birilerimiz ümmet/toplam adına ulusları ve ulusal hakları/parçaları yok sayıyor. Birilerimiz de ulus ve ulusal haklar/parçalar adına ümmeti/toplamı yok sayıyor. Ne kadar da birbirimize benziyoruz! Yanlış etkiye yanlış tepki içinde hepimiz yanlış yapıyoruz. Geliniz hep beraber bu yanlıştan dönelim. Bu yanlış zeminde ve yanlış yolda beyhude kavgadan vaz geçelim. Tekvini ve teşrii yasaları bir biriyle çatıştırmayalım. Tekvini kanunlar da teşrii kanunlar da Allah'ındır. Gelin Allah'ın tüm kanunlarına tabi olalım. Ümmetimiz de olsun, uluslarımız da olsun. Ümmetimiz de olsun, ulusal haklarımız da olsun. Her birimizin rahat edeceği evlerimiz de olsun, birliğimiz de olsun. Aynı evde rahat ediyorsak aynı evde olalım, ayrı evlerde rahat ediyorsak ayrı evlerde olalım; ama birlik olalım. Evin kavgasını vermeyelim, birliğin kavgasını verelim. Birliğimizi ev birliğinde değil, din birliğinde arayalım. Birliğimizi dil birliğinde değil, din birliğinde arayalım. Evlerimizin ayrı olmasının, dinlerimizin ayrı olacağı anlamına gelmeyeceğini kabul edelim. Allah'ın yasalarına uyalım ki, aramızdaki ihtilaf da sona ersin.

Konu hakkındaki ayet

Konunun daha iyi anlaşılması için Hucurat suresinin 13. ayetiyle ilgili bazı hususlara değinmek gerekiyor. Ayetin meali şöyledir:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle kadından yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”

Ayet, “ya eyyühennas” yani ey insanlar diye başlamakta, bütün beşere hitap etmektedir.

Üç cümleden oluşan ayetin ilk iki cümlesinin mevzusu, tekvinidir, yaratılış ve yaratılış yasalarıyla ilgilidir. "Doğrusu biz sizi bir erkekle kadından yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık" İnsanoğlunun bir erkek ve kadından yaratılması, sonra onların kavim ve kabilelere ayrılması, kâinatın sahibi Allah'ın takdiri ve yaratmasıdır.

Müfessirlerin kahir ekseriyeti ayetteki erkek ve kadın kelimelerini Hz. Âdem ve Havva olarak tefsir etmişler. Ancak bu iki kelimenin cins isim olarak kullanılmış olabileceğini söyleyenler de var. Bu durumda ayetin manası,”Ey insanlar, biz sizi tek tek bir erkek ve kadından yarattık” şeklinde olur.1 Her iki tefsiri dikkate aldığımızda, hem tüm insanlar bir erkek ve kadından hem de tek tek her insan bir erkek ve kadından meydana gelmiştir. Her iki manada da yaratılış itibariyle beşerin eşitliğine vurgu yapılmıştır. İnsan türünün aynı anne ve babadan meydana geldiği gerçeğine dikkat çekilerek bütün beşer arasında var olan köklü köprü ve eşit ilişki hatırlatılmakta, bütün insanlar arasında var olan akrabalık ilişkisine dikkat çekilmektedir. Aynı anne ve babanın çocukları olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, düşmanlık, kin ve nefret yerine şefkat, akrabalık ve merhamet duygularımız ağır basar. Çünkü nev’i beşer, büyük bir aile topluluğu hükmündedir.

Ayetin ikinci cümlesi, "Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve boylara ayırdık." şeklindedir. Ayette 'şuub' ve 'kebail' kelimeleri kullanılmıştır ki, şa'b ve kabile kelimelerinin çoğullarıdır. Şa'b, bir ulusun ilk neslidir, Araplar'ın ilk nesli olan Adnan gibi. Kabile de o ilk nesilden ayrılan boylara denir. 2

Kimileri de şa'bı insan türünün asıl kolları olduğunu söyler. Siyahlar, beyazlar, sarılar, kızıllar gibi. 3

Şa’b’ın Acem, kabilenin Arap anlamına geldiğini söyleyenler de var.4 Konuya ilişkin rivayetlerin muhtevası da ikinci ve üçüncü anlamın daha doğru olabileceğine işaret ediyor. Hz. Muhammed’in (a.s.) Veda Hutbesinde “Ey insanlar, kuşkusuz rabbiniz bir, babanız birdir. Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a, siyahın kızıla, kızılın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”5 şeklinde buyurması, ilgili ayetin tefsiri mahiyetindedir.

Kimlik tasavvuru

Bu ayet, biz insanlara üç kimlik tasavvuru sunuyor.

1-İnsani kimlik ve tasavvur

Bütün beşeriyet bir baba ve anneden meydana gelmiştir. Eğer Hz. Adem'den bu yana nüfus kaydı tutulabilip korunabilseydi, bütün beşeriyetin akrabalığı belgeleriyle kanıtlanabilirdi. Bütün insanlar, sonuç itibariyle çok gerilerden akraba sayılır. Her bir insanın beşeriyete karşı sorumlu olmasının bir nedeni de bu akrabalıktır. Bütün beşerin ortak bir evrensel insani kimliği vardır. Bu kimliğin de yükümlülükleri vardır. "Kim, bir cana kısas veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." (Maide:32) İnsani kimliğimiz, insanı yaşatmayı gerektiriyor. Öldürmek ancak ve ancak Allah'ın emrettiği veya izin verdiği durumlarda mümkündür. Din, düşünce, renk, ırk, dil, devlet ve coğrafi farklılıklar insani kimliğimizi yok saymaz ve insani sorumluluklarımızı düşürmez. Her şeyden önce insanız. Allah u Teala İslam Dini'ni bütün beşere göndermiştir. Kur'an'da yirmi bir kez "Ey insanlar!" diye bütün beşeriyete hitap edilmiştir. Bu hitabı kabul edenlere de "Ey iman edenler!" diye seslenilir, dünya görüşü ve hükümler açıklanır. Kur'an'da 89 kez "Ey iman edenler!" şeklinde Müslümanlara seslenilmiştir. Beşer olarak hepimizin önce evrensel insani kimliği söz konusudur, sonra sırasıyla diğer kimlikler gelir.

2-Dini Kimlik ve Tasavvur: Dini kimlik, bütün Müslümanları kuşatmaktadır. Bütün Müslümanların ortak bir tasavvuru ve ortak bir kimliği vardır. Bu büyük ortaklık, bu büyük kimlik ve bu büyük tasavvur din ve iman temelindedir. Kur'an'da seksen dokuz kez 'Ey iman edenler!' diye Müslümanlara bir bütün olarak hitap ediliyor. Bütün Müslümanlar tevhide, meada ve nübüvvete inanmaktadır, İslam'ın dünya görüşünü paylaşmaktadır, İslami idealleri taşımaktadır. Hepsi dinde kardeştir.

Muhakkak ki, bütün müminler kardeştir (Hucurat: 10)

İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun.(Maide: 2)

Müslümanlar iki el gibidir; biri diğerini (Kötülükten) arındırır. (Hadis)

Mümin müminin aynasıdır. Onda bir eksiklik gördüğü zaman o eksikliği ıslah eder. (Hadis)

Müminler bir elin parmakları gibidir. (Hadis)

Bu mihverde çok sayıda ayet ve hadis mevcuttur. Ümmeti oluşturan, bu ortak tasavvur ve kimliktir, inanç ve iman birliğidir. Bu ortak kimlik, bütün Müslüman bireyler ve devletler arasında siyasi, sosyal, kültürel, askeri ve ekonomik yardımlaşma ve dayanışmayı gerektirir. Bu cihetteki sorumlulukları beyan eden ayet ve hadisler vardır.

Dini kimlik ve tasavvur ve bu tasavvuru oluşturan İslam, tercih sonucu kazanılan bir kimliktir, doğuştan kazanılan değil. Diğer kimlikler tercih sonucu kazanılmayıp doğuştandır, doğaldır. Dolayısıyla dini tasavvur tercih edilen değerler manzumesi üzerine kuruludur. Bireylerin ve toplumların birbiriyle yarışı ve değeri de bu ortak kimlik ve tasavvur temelindedir.

"Allah nezdinde en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır." (Hucurat: 12)

Rabbinizden bir mağfirete; Allah'a ve Peygamberine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete (doğru) yarışın." (Hadid: 21)

Dini kimlik ve tasavvur, etnisite üzerinden yapılmak istenen ayrışmayı, dışlamayı, yabancılaştırmayı ve düşmanlığı engellemektedir. Ulusal kimlik, doğal bir kimliktir ve onun üzerinden değer kazanılamaz. Doğal kimlikler doğal haliyle tanınır ve korunur. İslam, ortak kimlik olarak kabul edildiği zaman, ulusal kimliklerin tanınması ve her bir ulusun kendini yönetme hakkını kullanması, dini kimlik ve tasavvur ile çelişmez, ümmeti parçalayan bir unsur mahiyetini kazanmaz.

3-Ulusal kimlik ve tasavvur

İnsanın hilkati nasıl tekvini bir meseleyse, insanoğlunun uluslara ve boylara ayrılması da tekvinidir, ilahi yasaların sonucudur. Dolayısıyla Allah'a iman eden hiçbir insanın da Allah'ın bu yasasına iman etmede hiç kuşku duymaması gerekir.

İnsanoğlunun uluslara ve boylara yarılmasının nedeni olarak "birbirinizle tanışasınız diye" ifade edilmiştir.

‘Tearefü’ fiili müfaale babından olup karşılıklı yapılan eylemleri ifade eder. Savaşmak, yarışmak, atışmak, tanışmak, yardımlaşmak gibi. Tanışmak, tanımayı; tanımak tanımı; tanım da kimliğin kabulünü gerektirir. Bir insanı, bir kavmi ve hatta bir nesneyi tanımak kimlik sayesinde olur. Kimlik, ilgili insan veya nesnenin özelliklerini içerir. Nüfus cüzdanı gibi. Kimliği tanımak da onu teslim etmeyi gerektirir. Soyut tanımak yeterli değildir. Bir ulusun kimliğini tanımak, o ulusun kendi kimliğiyle yaşama imkânını ve hakkını da tanımayı gerektirir.

İnsanların yaratıcı tarafından kavim ve boylara ayrılması, her bir kavime farklı özellikler verilmesi, her bir ulusa ilahi bir kimlik verilmesi anlamına geliyor. Bu, ilahi bir taksim ve kimliktir. Ulusal kimlik, tercih ve kazanım sonucu olmayıp ilahidir. Bir ulusun ulusal kimliğini yok saymak,  o ulusa Allah tarafından verilen kimliği yok saymak anlamına gelir. Hakeza bir ulusun kimliğini kutsayıp ötekilerini tahkir etmek de Allah’ın ulusal kimlikleri yaratmak amacına ters düşer. Çünkü beşerin uluslara ayrılış amacı, ulusların birbirlerini tanıması, yardımlaşması olarak ifade edilmektedir.

Bu ayetin mucibince bütün kavimlerin birbirlerini kendi kimlikleriyle tanıması gerekir. Kimlik, o kavmin kültürüdür. Kimliksiz tanıma olmayacağına göre, bir kavmin kültürünü tanımadan onu tanımak da olamaz. Ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, beşerin kavimlere bölünmesi, birbirlerini kendi ırk, dil, renk, tarih kısacası kültürüyle tanıması içindir. Bir kavmin diğerlerini yok sayması veya ona üstünlük taslaması için değil. Üstünlüğün ölçüsü takvadır ve takdiri, Allah’a aittir. Allah’ın insanoğlunu farklı uluslara taksim etmesi, O’nun hilkatindeki hikmetindendir. Çünkü taksim, tanımı ve tanımayı kolaylaştırır. Dünya gezegeninin her noktası paralel ve meridyenler vasıtasıyla kolayca tanınabilmekte/tanımlanabilmektedir. İnsan türünün de uluslara, ulusların kabilelere, boylara ve ila ahir ayrılması, insan türünün birbirini büyükten küçüğe, yani ulustan en küçük akraba kümesine kadar öbekler halinde tanımasını sağlamakta ve bu öbekler arasında sorumluluğa dayalı çok yönlü ilişkilerin kurulmasını kolaylaştırmaktadır. İnsan nev’i böyle bir taksime tabi tutulmamış olsaydı, ne tür zorluklarla kuşatılacağımı az da olsa kestirebiliriz. Dil, renk, kültür ve sosyal farklılıkların sıfırlandığı bir dünyayı tahayyül edersek, ilahi hilkattaki taksimin değerini daha iyi idrak edebiliriz.

Ayetteki üçüncü cümle, "Muhakkak ki, Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." şeklindedir. Ayetin ilk iki bildirimi, doğal ve eşit kimliklerle ilgilidir. İnsanlıkta, uluslarda ve boylarda eşitlik ve doğallık ilkesini beyan ediyor. Hemen bu iki bildirimin arkasından insanlar, aileler, kabileler ve uluslar arasındaki üstünlüğün ölçüsünü beyan ediyor. Doğal kimliklerin arkasından bu ölçünün konması, değer atfetmede meydana gelebilecek sapmaların önünü alıyor. Üstünlüğün ölçüsü, doğal kimlikler olmayıp, tercih edilen ve kazanılan kimliklerdir.Üstünlüğün ölçüsü, takvadır. Yani Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmek ve ilahi hudutları gözetmek. İnsanlar arasındaki üstünlük yarışı bu alandadır. Her kim daha çok takvalı ise, o daha çok değerlidir.

Kâinatın ve şeraitin sahibi Allah'ın kâinat ve şeriat ile ilgili tekvini ve teşrii yasaları, bize hayatımızı barış, yardımlaşma ve dayanışma içinde sürdürebileceğimiz bir dünya ve kimlik tasavvuru sunuyor; eğer ilahi bildirimlerden birbirine yakın veya ortak sonuç çıkarabilir ve çıkarımlarımızı hayata aktarabilirsek.

Otuz yıla yakın bir süredir zihnimi meşgul eden bu konulara dair çıkarımlarım, ümmet ve ulus arasındaki ilişkinin çatışmacı değil, tamamlayıcı olduğu yönündedir.

------- 

Dip notlar

1-İbn-i Atiye  Endülüsi, el-Muharrar'ü el-Veciz fi Tefsir'i el-Kitab'i el-Aziz c:5 sh:152

2- el-İmam Ahmed b. Muhammed b. Ali, el Mağribi' el-Füyumi sh:246 

3-el-Allame el-Mustafavi, el-Tahkik fi Kelimat'i el-Kur'an'i el-Kerim C:6 sh:82

4-Bağavi Hüseyn b. Mes’ud, Mealim'ü el-Tenzil fi Tefsir'i el-Kur’an c:4 sh:256

5- Nusret Emin, Tefsir'u Ahsen'i el-Hadis c:10 sh:283

 

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim