• BIST 8885
  • Altın 3017.625
  • Dolar 34.3259
  • Euro 37.2217
  • İstanbul 12 °C
  • Ankara 3 °C
  • Van 1 °C

Hukuk, Meşruiyet ve Makbuliyet Zaviyesinden Şiddet

Zeki Savaş

   Mukaddime

     Komünist ve ateist ideolojiye sahip Sovyetler'in Afganistan'ı işgali, işgale ve küfre karşı cihad mefkuresinin canlanmasına ve ameli olarak izharına vesile oldu. Ne var ki, müsbet olan bu gelişme, beraberinde menfi bir gelişmeye de zemin hazırladı. Vehhabilerin ve tekfir düşüncesinin cihadi gruplara nüfuzu, tekfir fikriyatını askeri deneyime sahip cihadi gruplarda tahkim etti.

     Sovyetler'in işgali boyunca İslam dünyasının dört bir yanından Müslüman savaşçıların merkezi konumuna gelen Afganistan, işgal sonrası yıllarda şiddet politikalarının İslam dünyasına ihrac edildiği fikri ve askeri bir merkez konumunu kazandı.

     Sovyetler'in Afganistan'dan çekilmesiyle iktidarı paylaşamamadan kaynaklanan politik çekişmenin tarafları olan cihadi gruplar, tekfir düşüncesinin de katkısıyla iç savaş ve şiddet politikalarına yöneldi. Bu politika daha sonra Pakistan'a sirayet etti ve Amerika'nın Irak'ı işgalinden sonra şiddet ve terör, fecaat sınırlarında bu ülkede boy gösterdi. Arap dünyasındaki uyanışla beraber iç çatışmalar Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye'yi kuşattı. Suriye buhranıyla beraber Suriye ve Irak, şiddetin ana merkezi konumuna yükseldi.

     İslam dünyası içi şiddet, Amerika'nın Irak'ta ve Siyonist rejimin Filistin'de uyguladığı şiddetle içi içe girdi. İslam dünyasında esen yeni şiddet dalgasında Sovyetler'in Afganistan'ı, Amerika'nın Irak'ı ve Siyonistlerin Filistin'i işgali çok önemli bir rol oynadı. Geldiğimiz nokta, Ortadoğu'nun dahili ve harici unsurlar tarafından icra edilen şiddet sarmalıyla kuşatılmasına, hazırdaki nesiller bir yana, atideki nesilleri bile derinden tahrip edecek gelişmelere neden olan bir hal aldı.

     Siyasi maksatlarla insan öldürme ve savaşmaya kadim zamanlardan beri beşer içinde taraftar insanlar varola gelmiştir. Kadim zamanlardaki, ibtidai dönemlerdeki savaşları ve hukuksuzlukları o dönemlerdeki beşer neslinin medeniyet düzeyiyle, bilgi eksikliğiyle, müdevven hukuk sistemlerinden yoksunluklarıyla açıklamak mümkün ama beşeriyetin bilgi çağını yaşadığı, hukuk sistemlerinin tedvin edildiği, yerel ve beynelmilel hukuk kurumlarının şekillendiği günümüzde, bedevi dönemlerdeki hukuksuz savaşları artmayan iç ve dış çatışmaları ne ile izah edeceğiz?

     Şiddet sorunu, hukuk bilgisinin, hukuk sistemlerinin eksikliğinden veya yokluğundan mı kaynaklanıyor?

     Yoksa şiddet sorunu, sorunları çözme kapasitesine sahip olan hukuk sistemlerine uyulmamasından mı neş'et ediyor?

     Eğer şiddet, hukuka uyulmamaktan kaynaklanıyorsa, kim neden ve niçin hukuka uymuyor? Hukuku devre dışı bırakan amiller nelerdir?

     Sarmaşığın, ağacı kuşatıp nefessiz bıraktığı gibi İslam dünyasını kuşatan şiddetin çözümü nedir ve nasıl uygulanabilir hale getirilebilir?

     Medeniyet ve Hukuk

     Ekmel olan İslam Dini'nin inzaline kadar beşer arasında yazılı ve müdevven hukuk sistemleri ya yoktu veya yaygın değildi. Önceki semavi dinlerin şer'i kuralları da bugünkü gibi yazılı ve yaygın değildi.

     Kadim zamanlarda hakimler kanunların üstündeydi ama beşer tarihinin uzun bir döneminde hakimler ve yöneticilerle kanunlar eşit düzeydeydi. Yani hakimin her söylediği ve istediği kanun idi ve bu dönemlerdeki kanunlar, toplumdan çok yöneticilerin ve iktidarın çıkarlarını korumaya dönüktü. Bu durum, halkların siyasi iktidarı belirlemede rol almasıyla önemli ölçüde düzelme gösterdi.

     Kur'an'ın ve hadislerin yazılı hale gelmesinden sonra İslam dünyasında fıkıh adı altında mektebi olarak çok ciddi bir hukuk bilgisi üretimine başlandı. Farklı mezheplerin teşekkülü, içtihadı zenginleştirerek hukuk bilgisinin üretimine katkı sağladı. Asırlar süren bu üretim, uluslar arası hukuk, savaş hukuku, ceza hukuku, ticaret hukuku, medeni hukuk gibi alanlarda beşer hayatını vahyin öncülüğünde insan fıtratı ve aklı temelinde tanzim edecek hukuk ve kanun kuralları tanzim ve tedvin edildi.

     Müslümanlar açısından hadiseye baktığımızda, hukuk sistemi yokluğundan, bedevilikten söz edilemez. Aksine bütün dünyaya öncülük eden bir bilgi sisteminden söz edilebilir. Hakeza medeniyet açısından da.

     İslam'ın başlattığı aydınlanma dönemiyle beraber başta Batı dünyası olmak üzere zamanla bütün dünyada hukuk kuralları tanzim ve tedvin edilmeye, ihtisasi olarak hukukun okutulduğu mekteplerin tesisine gidildi. Bugün bütün ülkelerde sayısız hukuk fakülteleri, hukuk uzmanları, ihtisasi mahkemeler, fıkhın öğretildiği medreseler, ulusal ve uluslar arası yargı mahkemeleri teorik ve pratik hukukla meşgul olmaktadır.

     Beşeriyetin ulaştığı bilgi düzeyini, sahip olduğu teknolojik imkanları ve yaşam standartlarını dikkate aldığımızda, bizi ihata eden şiddetin hukuk sistemleri eksikliğinden veya medeniyet yoksunluğundan kaynaklandığını iddia edemeyiz. Sorun bedevilikten kaynaklanmıyor; çünkü beşeriyet bedeviliği değil, medeniyeti tecrübe ediyor. İslam hukukunun ve bilcümle beşeri hukukların, teorik olarak yöneticilerle, devletlerle milletler arasında dengeyi, hakkı, adaleti, eşitliği korumaya, birinin ötekine baskısını önlemeye dönük kurallar içerdiğini görüyoruz; beşeri sistemlerde bu mevzu kamil manada olmasa da. Cari hukuk sistemleri açısından, yöneticiler de yönetilenler kadar hukuka bağlı olmak zorunda.

     Böylesi bir dünyada devletler veya örgütler tarafından hukuksuzca uygulanan şiddetin menşeini başka yerde aramamız gerekiyor.

     Konuya ilişkin temel kavramlar

     Sorunun hukuk bilgisi ve hukuk sistemlerinin eksikliğinden kaynaklanmadığının daha bir vuzuha kavuşabilmesi için konumuzla ilgili olan hukuk, kanun, hukukun temeli, te'sisi ve imzai hükümler, meşruiyet ve makbuliyet gibi temel kavramlara muhtasar olarak değinmek gerekiyor.

     Hukuk, devletlerin birbirleriyle, devletlerin bireylerle, bireylerin birbiriyle ve kurumların birbiriyle arasındaki ilişkileri düzenleyen temel kanunlar mecmuasıdır.

     Kanun, devlet organlarınca icra edilen kurallar topluluğudur. Avami tabirle insanların davranışlarını belirleyen her şey kanundur.

     Hukuk ile kanun iç içe gibi gözükse de, yer yer kanuna hukuk dense de hukuk kanunun üstündedir ve kanunlar hukuka uygun olmak zorundadır. Cari sistemler açısından baktığımızda, anayasaları hukuk olarak tanımlayabiliriz. Anayasaların da tesisi veya imzai hükümlere uygun olması gerekir. Çünkü hukukun esas menbaı, tesisi ve imzai hükümlerdir.

     Hukukun temeli, sosyal bir varlık olan insanın düzenli ve kurallı bir hayata olan ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, hukuku gerekli kılmakta ve onun temelini oluşturmaktadır. Hukukun icrası da iktidarı gerektirdiği için iktidarın temelini de aynı ihtiyaç oluşturmaktadır.

     Beşer aklı, kanunun tedvini ve iktidarın tesisiyle yetinmemiş, kanunun ve iktidarın hak ve adalete tabi olmasını da istemiştir. Kanun ve iktidar gerekli ama yetersizdir. Bu ikili aynı zamanda hakkı ve adaleti de ikame etmelidir. Aksi halde kanun ve iktidar tek başına her zaman düzeni sağlayamaz. Çünkü insan vicdanı, haksızlık ve adaletsizlik karşısında daim olarak susmaz.

     Tesisi ve imzai hükümler

     Beşeriyet arasında cari olan hukuk sistemleri menşei itibariyle ikiye ayrılır: İlahi/dini hukuk ve beşeri hukuk.

     İlahi hükümler ya tesisidir veya imzai. Tesisi hükümler çoğunlukla ibadi ve bireysel hükümlerdir. Namazın, orucun, haccın, zekatın vücubu, içkinin, domuz etinin haramlığı ve evlenilmesi helal ve haram olan  kimselerin tayini gibi.  Tesisi hükümler doğrudan Allah tarafından belirlenir ve hiç kimsenin o hükümlerde tasarruf hakkı yoktur.

     İmzai hükümlerin mebnası, temeli akıldır. Salim akıl ve ortak akıl. Beşerin kendi salahı için doğru kabul ettiği, ortak aklın onayladığı hükümlerdir. İlahi dinler bu imzai hükümleri ya olduğu gibi kabul etmiş veya bir miktar tasarrufta bulunarak, eksiltip arttırarak onu kabul etmiştir. Örneğin ticaret hakkı ve kanunları, beşer aklının geliştirdiği kanunlar mecmuasıdır. İslam da ticaret hakkını ve kanunlarını onaylamış ama faiz haram demiştir. Bir düzeltmeyle beşer arasındaki cari kanunları onaylamıştır.

     Temeli akıl olan hükümler, insan fıtratından neş'et eden ve insanın onurunu, izzetini, şerefini, maslahatını koruyan hükümlerdir. Bu kabilden olan imzai hükümler, evrensel hukuk kuralları olarak da kabul edilebilir. Evrensel hukuk, beşeriyetinin salim ortak aklının geliştirdiği ve kabullendiği hükümlerdir ki, ilahi dinler de bu hükümleri onaylamıştır.

     İslam'ın savaş ve ceza hukukuna ilişkin hükümlerinin bir kısmı tesisidir bir kısmı da imzaidir. Örneğin anlaşmalara sadık kalınması, sivillere zarar verilmemesi, ibadet yerlerinin korunması, ekolojik sitemin tahrip edilmemesi, esirlere kötü muamele edilmemesi imzaidir. Cihad ve ganimet hükümleri ise tesisidir.

     Meseleye bu noktadan bakınca beşeri hukuk ile ilahi hukukun her konuda birbirinin zıddı olduğu gibi bir yargı esastan yanlıştır. Beşerin geliştirdiği bir çok akli olan hukuk kuralları ilahi dinlerin de onayını almaktadır. İslam'a göre de akıl, edile-i şer'iyedendir.

     Meşruiyet

     Meşruiyet kavramı, esas itibariyle dini bir kavramdır. Lügat anlamı, maddi veya manevi açık bir yol inşa etmek demektir. Istılahi olarak da dinin temel kurallarına dayanmayı ifade eder. Dolayısıyla meşruiyeti haiz her fiile meşru denir.

     Dini meşruiyet açısından hukuk ve iktidar, eğer dinin tesisi ve imzai hükümleriyle çelişmiyorsa meşruiyete sahiptir ve meşrudur.

     Beşeri hukukta ise meşruiyetin kaynağı ya hakimdir veya halktır. Otoriter ve istibdadi sistemlerde meşruiyetin kaynağı hakim yöneticidir. Demokrasilerde halktır. Halkın kabul ettiği her kanun ve yönetim meşruiyete sahiptir ve meşrudur. Demokrasi açısından meşruiyetin kaynağı makbuliyettir.

     İlahi hükümler cihetinden ise durum şöyledir: Tesisi hükümler, meşruiyetini doğrudan Allah'tan veya O'nun resulünden alır. Aklın ürünü olan imzai hükümler ise, makbuliyetini insanlardan meşruiyetini dinden alır. Çünkü aklı, şer'i delil olarak kabul eden de dindir.

     Meşruiyet, insanlara kanun yapma ve yönetme salahiyeti verir. Makbuliyet ise, yönetim için gerekli olan imkan ve zemini sunar. Meşruiyet, makbuliyet ile hayata geçirilebilir. İlahi hükümler bile, makbuliyet olmadan yürürlüğe giremez. Yani insanlar ilahi hükümleri benimsemedikçe, o hükümler icra edilemez. Bir toplumun ekseriyeti ilahi hükümleri kabul ettiğinde ancak o hükümler icra imkanı bulur.

     Meşruiyet ve makbuliyet

     Bu kısa kavramsal açıklamadan sonra meşruiyet, makbuliyet, te'sisi ve imzai hükümler ve demokrasi kavramları temelinde şiddet meselesinin ana nedenini analiz etmeye çalışalım.

     İslam dünyasında şiddetin egemen olduğu Irak, Suriye, Mısır, Libya, Bahreyn Yemen; Arabistan ve benzeri ülkelerdeki rejimler siyasal yapılanmalarında İslam nokta-i nazarından veya demokrasi açısından meşruiyet ve makbuliyet esaslarına riayet etmediler, etmiyorlar. Bu ülkelerdeki rejimler meşruiyetlerini dinden veya halktan almıyor, hakimden, egemen sınıftan alıyor. Çünkü bunlar istibdadi rejimlerdirler. Meşruiyetini belli bir sınıftan alan yönetim tarzlarının kullanım tarihi çoktan geçtiği için, halklar artık bu türden yönetimleri benimsemiyor ve reddediyor. Dolayısıyla bu tür rejimlerin hiçbir surette makbuliyetleri de yoktur. Halklar artık meşruiyetin kendi kabullerinden kaynaklanmasını istiyor, siyasal iktidarı kendilerinin belirlemesini talep ediyor ve bu talep İslam açısından da önemlidir. İç çatışmaları ateşleyen temel mesele buradan kaynaklanıyor. Yani yöneticiler makbuliyeti, meşruiyetin de makbuliyetten kaynaklandığını kabullenmiyor. İtiraz edenleri de asi, baği ve katlı vacip görüyor. Sorunun kaynağı hukukun yokluğu değil, müstebbidlerin hukukun temel ilkelerinden biri olan makbuliyeti kabullenmemesidir, hukukun yok sayılması, çiğnenmesidir.

     Şiddetin revaç bulduğu ülkelerdeki rejimler ne tesisi hükümlere ne de evrensel hukuk kuralları sayılan imzai hükümlere riayet etmiyorlar. Zira her iki tür hükümler mecmuası açısından da yönetimlerin meşruiyetinin halkın makbuliyetiyle desteklenmesi gerekiyor. İslam'a göre de demokrasiye göre de ortak aklın kabullerine göre de meşruiyet ancak makbuliyet ile hayat bulabilir. Meşruiyet konusunda görüş farklılıkları vardır ve kaçınılmazdır. Dini değerler manzumesine tabi olan insanlar, yönetimlerinin meşruiyetini de doğal olarak dinde arıyorlar. Önemli bir kesim de meşruiyeti halkın iradesinde arıyor. Kimileri de hakim sınıfta görüyor; Baas rejimleri ve Arap şeyhleri gibi.  Meşruiyet kaynağı ne olursa olsun, her rejim ancak kendi meşruiyetini halkın makbuliyetiyle hayata geçirebilir. Aksi halde çatışma kaçınılmazdır. Bu sebeple İslam nokta-i nazarından da meşruiyetini İslam'dan alan rejim, halk tarafından kabul görürse uygulanır. Aksi halde zor kullanılamaz. Bu durum, İslam'ın meşruiyetine hiçbir halel getirmez. Zira insanların dini değerleri benimsememesi, dinin hakikatine zarar vermez. Din açısından durum böyle iken, meşruiyetini halktan veya hakimden alan rejimler için bitariki evla halkın makbuliyeti muraccahtır.

     Hadiseye hangi zaviyeden bakarsak bakalım, rejimlerin kendi meşruiyetlerini, halkın makbuliyetine mukayyet kılması zaruridir. Rejimler, bu zaruriyete riayet etmedikleri için halkların isyanıyla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

     Sorun, hukukla ilgili bilgi eksikliği değil, yöneticilerin hukuka boyun eğmemesi sorunudur.

     Makbuliyeti esas almayan rejimler, isyan ve itirazla karşılaşınca, itirazı bastırma cihetinde icra ettikleri yöntemlerle bir kez daha dini ve akli, tesisi ve imzai hukuk kurallarını çiğneyen adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Çünkü yanlış, yanlışı getiriyor. Makbuliyeti red, halkı bastırmayı iktiza eder ve iç savaş başlar. İç savaşın fitilini ateşleyen rejimler, halkı bastırırken hiçbir hukuk kuralını gözetmezler. Ne dini ne de beşeri hukuk kuralları bağlayıcı olmaz. Sivilleri öldürmenin, kadın ve çocukları öldürmenin, ibadet yerlerini bombalamanın ne dinde ne de evrensel hukuk kurallarında yeri yoktur. Bunu yapan rejimler de bilirler bu gerçeği. Bilgisizlikten dolayı bu cürümleri işlemezler. Meşruiyetleri halk tarafından makbul görülmediği için, meşruiyetlerini silah ve şiddet yoluyla kabullendirmekten başka bir çarelerinin olmadığını düşündüklerindendir. Meşruiyetlerini dayatıyorlar. Meşruiyeti dayatmak, fecaate yol açıyor.

      Meşruiyetlerinin makbuliyeti olmayan rejimler, bekalarını hukuksuz şiddet politikalarında arayınca, şiddetten uzak itiraz yöntemleriyle hareket eden, siyasal katılımı ve adaleti arayan kitleler arasında misliyle mukabele etme yöntemi taraftar bulmaya başlıyor. Aşırı etki, aşırı tepkiye zemin hazırlıyor. Rejimlerin hukuksuz şiddeti, muhalefette de hukuksuz cevap hakkı arayışlarını güçlendiriyor. Meşru taleplere karşı hukuksuz şiddetin devamı, sonuçta hukuk gözetmeyen bir muhalefeti doğuruyor. Zalim yönetimlere karşı haklı ve meşru zeminde başlayan muhalefet, bir süre sonra aynen kendilerine zulmeden zalimin şiddet yöntemlerine başvurmaya başlıyor. Onlar da artık hiçbir hukuk kuralını gözetmiyor. Şiddet, şiddeti tetikliyor ve süreç içerisinde bütün tarafları kuşatıyor. Kadim ve cari tecrübeler, şiddet girdabında yuvarlananların hukuk konusunda nisyan ile malul olduklarını bize göstermektedir. Şiddet kasırgalarının estiği yerde hukuk toz duman olur.

     Bu gerçek, ne rejimlerin ne de muhalefetin hukuk dışı şiddet politikalarını meşrulaştırmaz ama şiddetin temel nedeninin, rejimlerin meşruiyetlerinin makbuliyetini zorla ve adaletsizce dayatma olduğunu sarih bir şekilde bize gösterir. Şiddetin ana müsebbibi, muhalefet değil, rejimlerin ta kendisidir.

     Bir beldede şiddet baş göstermeye başlayınca ve bu belde de İslam dünyası gibi yer altı zenginliklerine sahip jeo-politik değeri olan yerler olunca silah üreticilerinden silah kaçakçılarına, dev şirketlerden uluslar arası güçlere kadar şiddetten çıkar uman bir çok tarafın o beldeye müdahale etmesine imkan tanır. Adı geçen bu güçlerin müdahaleleriyle de olaylar daha bir karmaşık  hale gelir ve şiddetin devamını sağlar.

     İslam dünyasını sarmalayan şiddetin menşei, o beldelere hükmeden rejimler olsa da, gelinen noktada şiddetin amilleri çeşitlilik kazanmıştır. Amillerin çokluğu, sorunun çözümünü de zorlaştırmaktadır.

     İslam dünyasındaki şiddetin bir diğer önemli nedeni de mezheplerin dinleştirilmesidir. Herkes buna mezhep taassubu diyor ama mesele taassubu çoktan aşmıştır. Mesele, mezheplerin dinleştirilmesi meselesidir. Bazı mezhep taraftarları, kendi mezheplerini İslam'ın merkezine alarak, kendileri dışındaki herkesi İslam veya iman dairesinin dışına itince ve bu itici bakış açısına göre politikalar üretince çatışmalar kaçınılmaz oluyor.

     Mezheplerin dinleştirildiğini gösteren en önemli delil, tarafların birbirlerini tekfir etmesi ve birbirlerine karşı küffar hukukunu uygulamasıdır. Her bir taraf ötekini kafir görüyor ve kafire uygun hukuku uyguluyor. İman ve küfür söz konusuysa, ortada mezhep değil, din meselesi var demektir. Yani taraflar kendi mezheplerini İslam Dini'nin bir yorumu değil, dinin ta kendisi olarak görüyor ve ötekini de din dışı. Bu, apaçık bir sapkınlıktır. Bu bakış açısına sahip her kim varsa, hangi mezhepten olursa o, sapmıştır ve munhariftir. Bu sapkınlar, İslam dünyasında şiddeti körüklemektedirler. Öylesine gözleri karamış ki, hem İslam hem de evrensel hukuk kurallarının apaçık olanlarını bile rahatlıkla çiğneyebilmekte, birbirlerinin camilerine ve dini merasimlerine kanlı saldırılar düzenleyebilmektedirler. Müslümanların bir kısmı bu kadar hamakatta zirve yapınca, düşman da boş duracak değildir. Kuvvetle muhtemeldir ki, yabancı güçlerin ajanları bir o tarafın camisine bir bu tarafın camisine operasyon düzenliyor ve arkasından cahil ve ahmak mezhepçiler de harekete geçiyor. Bir süre sonra, alenen taraflar birbirlerinin mukaddes mekanlarını hedef almaktan çekinmiyor ve bu hedeflerini deklare ediyor.

     Oysa ki bir nebze durup İslam'ın bidayesine baksak şunu görürüz:

     Peygamberin zamanında, Müslüman olmanın temel şartı, kelime-i şehadetten ibaretti. Gerek Mekke dönemindeki bireysel katılımlar ve gerekse Medine dönemindeki Kur'an'ın tabiriyle fevc fevc katılımlarda aranan tek şart, kelime-i şehadet idi. Hiç kimseye kelami ve fıkhi sorular sorulmuyor, farklı görüşlerinden dolayı Müslüman ve kafir ayrımına tabi tutulmuyordu.

     Daha sonraki dönemlerde dinde derinleşme ameliyesi, farklı ekollerin ve mezheplerin gelişmesine vesile oldu. Gerçekte dinin, kendi mensuplarına kolaylık sağlayan ve Müslümanlar için zenginlik olan bu farklı yorumlar, bazı tabilerince zorlanarak zenginlik unsuru olmaktan çıkarılıp çatışma nedenleri haline getirildi. İslam tarihi boyunca zaman zaman alevlenen mezhep çatışmaları günümüzde de tekrar sahneye konmuş durumdadır. Ümmetin vasat olan kesimi, bu munharif kesimlere karşı İslam'ın bidayesindeki tutumu güçlendirerek cevap verebilir ve bu fitne ateşini bir nebze hafifletebilir.

     Şiddetin Nedenleri

     İslam dünyasındaki şiddet olgusunun nedenlerini tek tek tafsili olarak izaha yönelmek, bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşacağından muhtasar olarak başlıklar halinde ve önem sırasına göre zikretmek yerinde olur.

     1- Dış güçlerin İslam dünyasındaki işgalleri.

     2- İslam dünyasındaki devletlerin çoğunun meşruiyetlerinin makbuliyetten yoksun olması ve meşruiyetlerini şiddet yoluyla dayatmaları ve bu sebeple de her türlü hukuk kurallarını çiğnemeleri.

     3- İslam dünyasındaki rejimlerin ve harici güçlerin şiddeti etkin ve yaygın bir araç olarak kullanıp zulmü ikame etmeleri, adalet arayanların önemli bir kısmında şiddeti, zulme karşı çıkmanın ve adaleti ikame etmenin meşru bir aracı olarak öne çıkarması ve onları hukuksuz şiddete yöneltmesi.

     4- Mezheplerin dinleştirilmesi. Yani kendi mezhebini hakkın merkezine alıp ötekilerini iman dairesinin dışına atmak.

     5- Usul-u fıkıh ve fıkıh kuralları göz ardı edilerek sadece nasslar üzerinden yapılan şiddet  içerikli yorumlar.

     6- Cihad salahiyeti olmayan grupların fıkıhsız ve tefekkuhsuz cihadı

     7- Yöneticilerdeki iktidar hırsı

     8- Ortadoğu bölgesinin jeopolitik konumunun neden olduğu karmaşık tarihsel süreçlerin ürünü olarak şekillenen şiddet kültürünün siyasal arenada baskın bir yöntem haline gelmiş olması.

     9- Batının Müslümanlar arası savaşı körüklemesi

     Sorunun çözümüne dair

     Bir problemin nedeni bilinmiyorsa, nedenin doğru saptanması, çözüme imkan tanır ama problemin nedeni biliniyor ve bilerek çözüm yolları uygulanmıyorsa sorunu çözmek gerçekten zor bir hal almış demektir.

     Bizi ihata eden şiddet sorunu, çözüme dair bilgisizlikten ziyade, iktidar hırslarının, mezhep saplantılarının, şiddet kültürüne esir düşmenin hukuk bilgisini işlevsiz kılmasından kaynaklanıyor. Şiddetin temel aktörleri bilgisiz cahillerden oluşmuyor belki cahil görünümlü bilgi sahiplerinden oluşuyor. Hal böyle olunca çözüme dair söylenenler, şiddetin temel aktörleri açısından uygulanmayan reçetelere dönüşüyor. Şiddetin aktörleri açısından durum böyle olsa da onların kullandıkları insanlar açısından durum farklı sayılabilir. Şiddetin nedenlerine ve çözümlerine ilişkin değerlendirmeler, çok sayıda insanı şiddet sarmalından uzak tutabilir. Bu babtan olmak üzere:

     Bütün devletlerin ve silahlı örgütlerin ya ilahi hukuka veya imzai evrensel hukuk kurallarına uyma zorunluluğunu her satıhta ve fırsatta yüksek sesle dile getirmek ve toplumlarda hukuk bilincini arttırmak.

     Devletlerin ve silahlı örgütlerin kendi bünyelerinde adil ve hukukçu insanlardan müteşekkil bir hukuk kurulu oluşturması, içe veya dışa dönük savaş kararı alınacağı zaman kime, neden, niçin ne zaman ve nasıl olması hususlarında bu hukukçu kurulun görüşlerine tabi olması gerekir. Bu önerimin kadim zamanlardan beri cari olan geleneğe aykırı olduğunu biliyorum. Zira savaş kararını her zaman siyasiler almıştır ve almaktadır. İşte sorun da zaten buradan başlamaktadır ve benim itirazım da bunadır. Savaş kararını ve savaşın niteliğini sadece siyasilerin belirlemesi, tahripkar sonuçlara yol açmaktadır. İnsan hayatının söz konusu olduğu savaş konusundaki kararın sadece siyasilere tevdi edilmesi mahzurludur. Çünkü siyasiler olaylara insan hayatının öneminden ve bunun uhrevi sonuçlarından çok ulusal çıkar, siyasi güç, ekonomik menfaat, iktidar hırsı  zaviyelerinden bakarlar. Adil ve akil hukukçu ve fakihler ise insan hayatının söz konusu olduğu yerlerde olaylara insan hayatının ve hukukunun korunması cihetinden bakar ve insan hayatını diğer bütün konulara nisbetle öncelikli sayar, mukaddem ve muraccah bilir.

     İlahi ahkam ve ilahi hukuk da insan hayatının ve bilumum mekasıd-ı şeriyenin korunmasını öncelikli kabul eder. İnsan hayatı söz konusu olduğunda ahkam-ı evveliye askıya alınır. Örneğin domuz eti Allah tarafından haram kılınmıştır ve bu hüküm, hükm-ü evveliyedir. Bir insan açlık nedeniyle canını yitirme tehlikesiyle karşılaşırsa ve yiyecek olarak sadece domuz etine ulaşabiliyorsa ilk hüküm olan haram hükmü askıya alınır ve canı tehlikede olan insan, hayatını kurtarmak için domuz etini yer. Yiyebilir değil, yemesi gerekir, yemezse mesul olur. Yani Allah u Teala, insan hayatı söz konusu olduğunda kendi birincil hükmünü muvakkaten askıya alıyor. İnsanı yaratan Allah'tır ve onun öldürülmesine de ancak Allah hükmedebilir ve bu hükmün teşhisini de ancak camiüşşerait fakihler ve adil hakimler verebilir.

     Hukukçular ve fakihler için en zor ve en ağır karar, ölüm kararıdır. Kolayından bu kararı vermezler ama siyasiler çok rahat bu türden kararları alabilirler ve alıyorlar. Şiddetin sınırlandırılmasını, kontrol altına alınmasını, hukukun içinde kalınmasını, ilahi veya evrensel hukuk kuralları muvacehesinde karar verilmesini istiyorsak, savaş ve ölüm kararını siyasilerin verdiği bu kadim geleneğe karşı çıkmalı, devletlerin ve örgütlerin siyasi sorumlularının tek başına bu türden kararlar almasına itiraz etmeliyiz, savaş kararlarına hukukçuların müdahil olması fikrini her satıhta işleyerek toplumsal kültürde ona yer açmalıyız.

     İslami temelde silahlı mücadele veren tüm örgütlerin de silahlı mücadelelerini akil, müstakil, adil olan camiüşşerait müçtehidin ve hukukçuların belirleyeceği sınırlar içinde hareket etmesi, cihadı  fıkıh ve tefekkuh ile birlikte sürdürmesi gerekir. Fıkıh adı altında bağımlı, adil olmayan, müçtehid olmayan, mezhep bağnazı olan, şaz fikirlere tevessül eden alim görünümlü insanların fetvalarıyla amel etmemeli. Ne yazık ki, idrak ettiğimiz bu zaman diliminde İslam adına fıkıhsız ve hukuksuz cinayetlere tanık olmaktayız.

     Din, siyaset ve kültür alanlarında etki sahibi olan herkese döşen önemli bir konu ve görev de bedeviyetin alameti olan şiddet ve tefrika kültürünün, medeniyetin nişanesi olan diyalog, uzlaşı, müsamaha, tahammül ve birlik kültürüyle yer değiştirmesi için samimi ve ciddi bir teorik üretim ve pratik çaba göstermektir. Ölüm getiren silah aracını kullanmak yerine, hayat veren siyaset ve diyalog araçlarına yönelmeyi sağlayan kültürü hayatımızın parçası haline getirebildiğimiz zaman şiddet belasından emanda olabiliriz.

     Sonuç

     Şiddet ve terör probleminin yazı içinde dile getirilen ilk dört ana nedenini dikkate aldığımızda, tümünün ilahi ve beşeri hukuk kurallarına uyulmamasından hasıl olduğu görülür. Dış güçlerin işgali, yerel rejimlerin meşruiyet ve makbuliyet ilkelerine uymaması, muhalefetin de rejimler gibi cinayetlere yönelmesi ve mezheplerin dinleştirilmesi üzerinden yapılan savaşların tümü hem ilahi hem de beşeri hukukun temel prensiplerini bağlayıcı görmemekten neş'et ediyor.

     Esasen elimizdeki hukuk birikimi, hepimize barış içinde bir yaşam imkanı sunuyor. Bu imkandan yararlanmak da hukuka uymayı yaşam biçimi haline getirmeyi gerektiriyor. Örneğin rejimlerin,  meşruiyetlerini ve makbuliyetlerini halkta araması, çok sayıda önemli soruna çözüm imkanı sunar. Muhaliflerin, her şeye rağmen insan hayatını koruyan hukuk kurallarına uyması, onları şiddetten uzak tutar. Ve hakeza diğer konular.

     Mülkün temeli olan hukuk ve adalete riayet, zulüm, şiddet ve terörü izale eder. Mülkün temelinin tahkiminde herkesin bir payı olabilir. Hepimiz adil ve aram bir dünya için bu payda paydaş olabiliriz.


 

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim