• BIST 9104.98
  • Altın 2325.019
  • Dolar 32.3529
  • Euro 34.9558
  • İstanbul 22 °C
  • Ankara 20 °C
  • Van 8 °C

Mezhepçilik, Fer'i Aslın Yerine Koymaktır

Zeki Savaş

Mezhep girdabında boğulmamanın, mezhebi din haline getirmemenin, mezhep taassubuna ve fitnesine duçar olmamanın ilk ve en esaslı adımı İslam ve imanın sınırlarını doğru belirlemektir.

İslam ve iman dairesini ve sınırlarını belirleyen üç temel öğe tevhid, mead ve nübüvvettir.

Bu üç asla inanan her insan, İslam ve iman dairesinin içerisine girmiş olur ve hiç kimse, bu insanı İslam veya iman dairesinin dışında görme veya onu iman dairesi sınırları dışına itme hakkı ve haddine sahip değildir. Çünkü İslam, hiç kimsenin ve hiçbir mezhebin tekelinde değildir. Din, Allah'ındır ve sınırlarını O belirlemiştir.

Nübüvvete iman, ilahi kitaplara ve meleklere imanı iktiza etmektedir. Kitaplara ve meleklere iman, nübüvvete imanın içinde mündemiçtir. “Peygamber Rabbinden kendine indirilene iman etmiştir. Bütün müminler de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etmiştir ve 'peygamberleri arasında hiç birini ayrıt etmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz, affını dileriz, dönüş sanadır' derler."(Bakara:285)

Bütün kelami ve fıkhi mezhepler bu üç asıl (tevhid, mead, nübüvvet) ve onun apaçık gereği olan  iki asıl (kitaplar ve melekler) konusunda zerrece ihtilafa sahip değildir. Meselenin aslı hakkında kamil bir ittifak vardır. Görüş farklılıkları asla değil, fer'e ilişkindir. Allah'ın varlığı ve birliği asıldır ama Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleri ile ilgili ila nihaye görüş ve istimbat farkı vardır ki, bu farklar asla ve esasa ilişkin değildir.

Kelami mezheplerin tümü detaya ilişkin konulardaki içtihad ve istimbat farkları temelinde şekillenmiştir. Yani itikadi mezheplerin aralarındaki farklar, detay konulara aittir asla değil. Mutezile, Eş'ariye, Maturidiye ve İmamiye mezheplerinin tümü yukarıda zikredilen asıllar hakkında mutlak ittifak içindedir. Bu mektepler, fer'i meseleler hakkındaki farklı içtihadları nedeniyle oluşmuştur.

Fıkhi mezheplerin durumu da çok farklı değildir. Şia'nın ve Sünni'nin münharif sayılan kolları hariç tüm fıkhi mezhepler İslam'ın temel farzları, helalleri ve haramları konusunda görüş birliği içindedir. Namaz, oruç, zekat ve haccın aslı hakkında hiçbir ihtilaf yoktur. Farklılıklar bunların detayıyla ilgilidir. Eğer bir fakih oturup yaşayan ve yaşamayan tüm fıkhi mezheplerin görüş birliği çinide olduğu konuları liste halinde çıkarsa, bütün mezheplerin de fıkhi meselelerin aslına ilişkin ittifak içinde olduklarının belgesini elimizde taşıyabiliriz.

Esasen her Müslümanın bilebileceği bu basit gerçekler, mezhepler konusunda izleyeceğimiz yolun işaretleri hükmündedir, yoldaki işaretler mahiyetindedir. İtikadi ve fıkhi mezhepler, mahiyetleri itibariyle detay konulara aittir. Dolaysıyla mezhepler teferruattır. Her kim detaya ait bir mezhebi, mektebi aslın yerine koyarsa, Din'in yerine koyarsa, Din'in kendi mezhebinden ibaret olduğunu iddia ederse, Din'in mutlak yorumunun kendi mezhebi olduğunu söylerse, başka mezhepleri batıl olmakla, münharif olmakla suçlarsa, her Müslümanın mutlaka kendi mezhebine girmesinin zaruretine inanırsa, bu insan ve insanlar ya müzmin bir taassubun, ya mürekkeb bir cehaletin veya iflah olmaz bir adavetin pençesine düşmüş demektir. Bunlar asıl ile fer'i karıştıran, fer'i aslın yerine koyan zihni müşevveş olmuş insanlardırlar. Bu tür insanlar hem kendi nefislerine hem de diğer Müslümanlara zulmetmektedirler. Fer'i, aslın yerine koymak zulümdür; velev ki, o insan fer'i olanı asıl bilse bile. En basitinden bilmeden zulmetmektedir. Cehl-i basitten ötürü böyle davrananlar ıslah edilebilirler ama cehl-i mürekkebten, taassup ve adavetten ötürü böyle hareket edenlerin ıslahı da bir hayli meşakkatlidir.

Bu basit gerçekler bize İslam'ın ve imanın sınırlarını mezheplerin oluşturmadığını, hidayet ve dalalet sınırlarının mezhepler arasında olmadığını gösterir. Bu apaçık hakikatlere gözlerini kapatanlar, insanları bir mezhepten ötekine transfer etmeyi dalaletten hidayete geçiş olarak nitelendirecek kadar hamakat girdabına yuvarlanabilirler.

Fıkhi ve Kelami Mezhepler

Mezhepleri dinleştirme tehlikesinden bizi uzaklaştıracak bir diğer konu, mezheplerin nasıl ve ne zaman şekillendiklerine, yani mezhepler tarihine ilişkin bilgilerdir.

Hz. Muhammed'in (s.a.v.) risaletinin başlangıcından rihletine kadar, vahyin müfessiri ve kanun koyucu olarak kendileri hayatta olduğu için dinin yorumunda farklılıklar ve mezhep denen olay mevzu bahis değildi. Sadece İslam ve Müslüman vardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.), hayatta iken uzak beldelere gönderdiği ve dini meselelerde Peygambere ulaşma imkanı olmayan sahabilereiçtihad yetkisi verdiği sahih rivayetlerce sabittir.

Peygamber'in (s.a.v.) rihletinden sonra ashab, karşılaştıkları şer'i meselelerde içtihad etmeye başladı. İslam beldelerinin genişlemesiyle birlikte fakih sahabeler farklı beldelere gitmeye ve oralarda içtihadlarını sürdürmeye, talebe yetiştirmeye yöneldi. Hicretin 50. yılından birinci asrın sonlarına kadar fakih sahabilerin yetiştirdiği tabiinden olan talebeleri farklı beldelerde fıkıh ekolleri oluşturmaya başladı. Medine'de Said. b. Müseyyeb, Mekke'de Ata b. Rebah, Kufe'de İbrahim el-Nahai, Basra'da Hasan el-Basri, Şam'da Mekhul, Yemen'de Tavus sahabilerden olan üstadlarının nezaretinde birer fıkhi ekol oluşturmuşlardı ama bu ekoller bugünkü anlamıyla mezhep olarak isimlendirilmiyor ve telakki edilmiyordu. Medine'de  Said. b. Müseyyeb'in dışında altı fakih daha vardı ki bunlara el-fukehaü el-Sab'a yani yedi fakih deniyordu.

Daha sonra Medine'de Hadis Ekolü ve Kufe'deRe'y Ekolü şekillendi. Hadis Ekolü hadislere ağırlık veriyor ve içtihadta re'ye önem vermezken Re'y Ekolü Kufe'de karşılaşılan yeni meselelerde re'ye daha çok başvuruyordu.

İlk fıkhi mezhepler Hicri birinci asrın başlarında şekillenmiştir. Ebu Hanife (Hicri 80-150) tarafından Hanefi Mezhebi ve İmam Bakır (Hicri 57-114) ve İmam Sadık (Hicri 80-148) tarafından Caferi mezhebi disipline edilmiş, tüm fıkhi bablar açılmış, talebelere ders olarak verilmiş ve tedvin edilmiştir. Bu iki mezhepten sonra Maliki mezhebi İmam Malik (Hicri 93-179) tarafından ikinci asrın ortalarında şekillendirilmiştir

Dördüncü olarak Şafii mezhebi İmam Şafii (Hicri 150-204) tarafından tanzim edilmiştir. Beşinci olarak da Hanbeli Mezhebi İmam Ahmed b. Hanbel (Hicri 164-241) tarafından şekillendirilmiştir.

Görüldüğü gibi bazılarınca Din'in kendisi olarak algılanan fıkhi mezhepler İslam'ın bidayesinden bir-iki asır sonra ortaya çıkmıştır. Mezhebi din olarak görenler, mezhepler şekillenene kadar geçen zamanda yaşayan Müslümanların durumunu nasıl izah edecek?

Kelami mezheplerin teşkili de Hicri ikinci asrın başlarından Hicri sekizinci asra kadar devam ediyor. Mutezile Mezhebinin kurucusu  Vasıl b. Ata'dır (Hicri 80-131) Eş'ari mezhebinin kurucusu Eb'ul Hasan el-Aş'ri'dir (Hicri 260-330) Maturidi mezhebinin kurucusu Ebu Mansur Maturidi'dir (vefatı Hicri 330) Selefiye mezhebinin kurucusu İbn-i Teymiye'dir (vefatı Hicri 728)

Kelami açıdan Şia'nın başlangıcı Gadir hadisesine dayandırılsa da bugünkü anlamda kelami bir mezhebe dönüşmesi Hicri dördüncü asra tekabül etmektedir. İlk yıllardaki ayrılıklar kelami olmaktan çok siyasidir. Şia mezhebi de kelami açıdan üç ana kola ayrılıyor. Zeydiye, Keysaniye ve İmamiye. Şia'ya göre imanın esaslarından olan imamet meselesi bizzat Şia'nın içinde ihtilaf konusu olmuş, imamların sayısı, kimlerin imam olduğu, tayin şekilleri ve İmam Mehdi'nin kaçıncı imam olduğuyla ilgili ila maşaallah fırkalara ayrılmışlardır. Kelami mezhepler tarihiyle ilgili her hangi bir kaynağa müracaat edilse, yaşayan ve yaşamayan, sahih ve münharif tüm kelami mezheplerle ilgili muhtasar bilgilere ulaşılır.

Şia ve Sünni ekole müntesip tüm bu kelami mezhepler İslam'ın ve imanın ana dairesini oluşturan tevhid, mead, nübüvvet ve nübüvvetin lazımı olan semavi kitaplar ve melekler konusunda hiçbir görüş ayrılığına sahip değillerdir. Bu asıl meseleler hiçbir şekilde ihtilaf ve tartışma konusu olmamıştır. Görüş farklılıkları detaylardadır. Şia ve Ehl-i sünnet arasındaki en temel mesele olan ve Şia tarafından imanın esaslarından sayılan imamet konusu sadece Şia ve Sünniler arasında ihtilaf ve tartışma konusu olmamış, aynı zamanda Şia'nın kendi içinde ihtilaf ve tartışmaya açılmış ve çok sayıda fırka oluşmuştur. Dolayısıyla imamet meselesi hiçbir şekilde tarih boyunca bütün mezheplerin üzerinde mutlak ittifak ettiği beş asıl mesele düzeyinde değildir. İmamet de diğer kelami konular gibi bir konudur.

Mezheplerle İlgili Görüşlerimiz

Din'in ihtilafsız olan  itikadi esaslarını ve fıkhi hükümlerini, fıkhi ve kelami mezheplerin dayandığı esasları, mezheplerin oluşum şekillerini ve zamanlarını dikkate alarak şu sonuçlara ulaşıyor ve onları savunuyoruz.

1-Mezhepler İslam'ın zuhurundan bir asır sonra nass veya re'y esaslı içtihad temelinde şekillenmeye başlamıştır. Dolayısıyla hiçbir fıkhi ve kelami mezhep, kendini merkeze, ötekilerini çevreye alamaz, kendini hak üzere ötekilerini batıl üzere göremez.

2-Bütün kelami ve fıkhi mezhepler esas ve ana konularda ittifak içindedirler. Dolaysıyla bütün mezhepler azami müştereklere, asgari ihtilaflara sahiptir.

3-Hiçbir kelami ve fıkhi mezhep Din'in aynısı değildir. Din'in bir yorumu ve tefsiridir.

4-Bütün mezhepler içtihatlarındaki isabetlilikte mazurdur. Hiçbir mezhep tek başına hak, ötekiler mazur değildir.

5-Hiçbir mezhep öteki mezhep mensuplarını İslam veya iman dairesinin dışında görme hakkına sahip değildir.

7-Hiçbir mezhebin mensupları diğer mezheplerin mensuplarının canına, malına, namusuna mezhep farklılığından ötürü tecavüz edemez. Ederse haram-ı mutlak işlemiş olur ve mütecaviz sayılır.

8-Hiçbir mezhebin mensupları diğer mezheplerin mensuplarının ibadet ve fikir özgürlüğüne mezhep farkından ötürü tecavüz etme hakkına sahip değildir.

9-Hiçbir mezhebin mensupları diğer mezheplerin mensuplarını mezhep farkından ötürü hakimiyet hakkından mahrum etme hak ve yetkisine sahip değildir.

Ulema-Ümera İttifakı

Mezhepler arası kelami ve fıkhi farklar usul ve ilim dairesindeki istimbat ve içtihat farklarıdır ve İslam adına bir tür zenginliktir. Mezhebe dayalı iktidarların devrede olmadığı zamanlarda mezhepler ve öncüleri arasındaki ilişki barışçıl bir zeminde gerçekleşir, paylaşım ve fikri tartışmaların ötesine geçmez. Bunun en iyi örneklerinden biri, Birinci Dünya Savaşının bittiği, Osmanlı ve Safevilerin tarihten silindiği yıllarda Şii alim olan AbdulhüseyinŞerafeddin ile Sünni alim olan Ezher'in Şeyhi Şeyh Selim arasındaki görüşme ve yazışmalardır ki el-Müracaat adında kitaba çevrilmiştir.

Siyasiler mezhep farklılığına dahil olduğu zaman, ilmi ve usuli olan bu farklılıklar çatışma potansiyeli içeren ölümcül ihtilaflara dönüşür.İhtilaflardan beslenen siyasiler, mezhebi ihtilafların giderilmesinden çok derinleştirilmesinden yana tavır koyarlar. Siyasilerin ve iktidarların sahada olduğu dönemlerde mezhep öncüleri arasında sağlıklı ve barışçıl ilişkiler kurmak zorlaşır.

Belli bir mezhebi önceleyen ve destekleyen siyasi iktidarların olduğu dönemlerde mezhebi ihtilafların körüklenmesinin tek nedeni sadece siyasiler değildir. Başka nedenler de vardır. Her mezhebin bağlıları arasında kendi mezhebini bütün Müslümanlara dayatma eğilimini taşıyan bir kesim vardır. Bu tür insanlar arkalarında iktidar desteğini görmediği zaman belki de zorunluluktan makul davranıyorlar ama iktidar desteğini alınca dayatmacı bir politika izliyor ve siyasi iktidarla işbirliği içine giriyorlar. Yani mezhepçi iktidarla mezhepçi bir kısım ulema arasında interaktif bir ilişki gelişiyor. Safevilerle bir kısım Şii ulema, Suud rejimi ile Vahhabi ulema ve Osmanlı ile bir kısım Sünni ulema arasındaki ilişkiler bu işbirliğine örnek gösterilebilir. Siyasiler kadar onlarla işbirliği yapan ulema da mezhebi çatışmalarda rol üstlenmiştir.

Bugün Batı Asya'dan Afrika'ya İslam dünyasının bir çok yerinde mezhepler arası hamakat düzeyinde bir çatışma sürüyorsa bunun nedeni, belli mezhepleri önceleyen siyasi iktidarların hakimiyet alanını genişletme hedefiyle, inandığı mezhebin hakimiyet alanını genişletmek isteyen ulemanın işbirliğidir. İktidarlar siyasi hakimiyetini, ulema da mezhebi hakimiyetini genişletmek istiyor.

Yayılmacı hedefleri olan bu iki kesimin işbirliği tarih boyunca her zaman Müslümanlara ve İslam dünyasına büyük acılar yaşatmıştır. Ümera ile ulemanın yanlış üzerindeki ittifakı, fecaate yol açmıştır. Ümerayı dizginlemesi, ıslah etmesi gereken ulema, ümera ile birlikte hakimiyet savaşına girerse, yanlışa sürüklenmiş  bu iki gruptan ümmeti kim koruyacak?

Ulema ve ümeranın mezhebi ve politik hedefler üzerindeki ittifaklarının doğurduğu kaos ortamına üçüncü bir faktör de dahil olmaktadır. O da dış güçlerdir. İç güçlerin yanlışı, dış güçlere kendi doktrinlerini uygulama imkanı veriyor. İşte çarpıcı iki örnek:

"Yaratıcı kaos" doktrini çerçevesinde sürdürülen mezhep çatışmalarında Amerikalılar başrol oynamaktadırlar. Mayıs-2007 yılında konuşan eski bir Iraklı subayın itirafları dudak uçuklatıyordu. Ajan provokatör şöyle diyordu: "Bir gün Şiilerin yoğun olduğu Azamiye'de bir Şii, ertesi gün Sadr kentinde bir Sünni'yi öldürüyorduk. Bu iş için Amerikalıların kurduğu bir 'kirli işler ekibi' var. Söz konusu ekip özellikle kalabalık pazarlarda bombalı araç patlatma konusunda uzman. Amerikan güçlerinin kullandığı en yaygın bombalı araç planı, Iraklılara ait araçlarda arama yapılırken bomba düzeneği yerleştirme şeklinde oluyor" (Yeni Şafak, 12 Mayıs 2007).

"Karşılıklı olarak Sünni ve Şiilerin öldürülmesi, cami, türbe veya pazar yerlerinin kitlesel ölümlere yol açacak şekilde bombalanması belli bir doktrin çerçevesinde yürüyor. CIA'nın eski Ortadoğu bölge şefi Robert Baer'in bu konuda söyledikleri hayli ilginç: "Sünni-Şii savaşını tetikleyelim. Biz Amerikalılar niye ölelim ki! Bırakalım (Sünni-Şii) Müslümanlar birbirlerini öldürsünler" (Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 14 Nisan 2012.)

Şu soruya her Müslüman kendi vicdanında cevap versin: Eğer İslam dünyasında bazı iktidarlar kendi hakimiyet alanlarını genişletmek için mezhepleri kullanmasa ve mezhep alimlerinden bir kısmı da kendi mezheplerini hakim kılmak için iktidarlarla işbirliği yapmasa Amerika kaos doktrinini uygulayabilir mi? Uygulasa bile sonuç alabilir mi?

Tarihi, Siyasi Nedenler ve Mezhep

Yakın ve uzak tarih hakkında bilgi sahibi olmayan insanlar, mezheplerin dağılımının ve mezhep tercihlerinin kendi doğal seyri içinde geliştiğini, siyasi ve askeri müdahalelere uğramadığını, bugünkü mezhep mensuplarının İslam'ın ilk yıllarından beri böyle olduğunu düşünebilir. Oysaki vakıiyet öyle değildir. Örneğin bugün Şia'nın en güçlü merkezi olarak bilinen İran 16. yüzyılın başlarına kadar kahir ekseriyetiyle Sünni idi. İran'a hâkim olan Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Büyük Selçuklular Sünni idi. Osmanlı Sultanı Yavuz'la savaşa tutuşan Şah İsmail bir Türkmen'di, Sünni ve Hanefi idi. Hataî mahlasıyla Türkçe şiirler yazardı.

SafevilerinŞiileşmesi siyasî mücadele sonucu olmuştur. İki Türk hükümdarı cihan hâkimiyetini paylaşma hususunda çekişmeye girmiş, dünyanın iki hükümdara az geleceğini savunmuşlardır. SafevilerinŞiileşmesi, meşruiyet zemini bulma çabasına matuftur.

Sünnilikten Şiiliğe geçen Safevi Türk hanedanın İran'ı Şiileştirmesi 16. yüzyıl boyunca sürmüştür. Safeviler, Arap yarımadası, Irak ve Lübnan bölgelerinden Şii ulemayı cazip şartlarla İran'a getirmiş ve bir asır içinde İran'ı Şiileştirmeyi başarmışlar.

Fatımiler ile Abbasiler ve Selçuklular arasında da buna benzer mücadeleler olmuştur. Fatımiler Ezher'i kurarak mezheplerini yaymak isterken Selçuklular da Nizamiye Medreselerini açarak Sünni mezhebini yaymaya çalışmıştır.

Osmanlılar sadece Sünniliği değil, Sünniliğin Hanefi mezhebini yaymıştır. Örneğin Osmanlılar Şafii olsaydı, bugün Hanefi olanların çoğu Şafii olacaktı.

Bunları yazmamın nedeni, bugünkü mezhep dağılımının ve tercihinin doğal mecrasında gelişmediğini, tarihsel süreç içerisinde iktidarlar tarafından Müslüman kavimlerin mezhep değiştirilmeye zorlandığını, mezhebin daim olarak siyasetin müdahale alanına girdiğini, mezhep kavgalarının arkasında her zaman siyasi hesapların olduğunu hatırlatmaktır. Hatırlayalım ki, mezhep kavgalarına din kavgası olarak bakmayalım. Mezhep çatışmalarının arkasındaki siyasi hesapları yok saymayalım.

Paradoks

Mezhepler tarihini siyasi tarih ile birlikte incelediğimizde, geçmişte acı yaşatan, geleceğe dair de kaygı uyandıran ciddi bir paradoksla karşılaşırız. Her ne zaman dini veya dindar bir devlet kurulmuşsa, hakimiyet alanını genişletmek için benimsediği mezhebin ulemasından bir kısmıyla işbirliği yaparak mezhep savaşlarını tetiklemiştir. Oysaki dini veya dindar bir devletin teşekkülü, Müslümanlar arası vahdete vesile olması gerekir. Vahdete vesile olması gereken devletin, tefrikaya sebep olması sorgulanması ve çözülmesi gereken bir çelişkidir. Emeviler'den beri İslam dünyası bu çelişkiyi yaşamaya devam etmiştir. Bu paradoksun en zayıfladığı ve zararsız hale geldiği dönemler, İslam dünyasında dini veya dindar bir devletin olmadığı zamanlardır. Bu tür zamanlarda mezhep savaşları yoktur ve farklı mezhepler barış içinde yaşamıştır. Bu, üzücü bir gerçektir. Bu paradoksun devamı, Müslümanlarda dini ve dindar devletlerin varlığına karşı rezervli yaklaşımlara neden olabilir. Madem ki, dini ve dindar devletler bizi mezhep savaşlarının içine çekiyor, o zaman dini ve dindar devlet istemiyoruz. Zira bunların varlığı maslahattan çok mefsedete sebep oluyor denebilir ve bu türden bir düşünce revaç bulabilir.

Ahund-e Horasani yüz yıl önce bu konuya dikkat çekmişti. Bir asır önce Kaçarlar döneminde İran'da meşrutiyet gerçekleşince dönemin büyük taklit mercilerinden olan Ahund-e Horasani meşrutiyeti destekler. Yine dönemin önemli taklit mercilerinden olan Seyyid Muhammed Kazım-e Yezdi ise meşrutiyete karşı çıkar. İki büyük taklit mercisinin karşıt konumlanmaları iki tarafın bağlılarını da karşı karşıya getirir. Ahund-e Horasani'nin fetva meclisi üyesi olan Allame Naini, bu keşmekeşliğe alternatif bir çözüm üretmek üzere harekete geçer ve Ahund-e Horasani'ye velayet-i fakih tezi temelinde İslam devleti fikrini benimsemesini, ulema önderliğinde İslam devletini gündeme getirmesini, işin başına da Ahund-e Horasani'nin geçmesini, böylece bütün dindarların meşrutiyet yanlısı ve karşıtı olmaktan çıkıp bu tez etrafında kenetleneceğini önerir. Bu önerisini de oldukça güçlü şer'i ve akli delillerle savunur. Bu olayı nakleden Ağa Bozorg-e Tehrani, 'Allame Naini'nin öyle güçlü bir savunusu vardı ki, hiç kimsenin bu teze karşı çıkamayacağı sanılıyordu' der. Ahund-e Horasani, Allame Naini'nin tezini dikkatlice dinledikten sonra 21 madde halinde bu tezin uygulanmasının faydadan çok zarar getireceğini akli, nakli ve tecrübi delillerle reddeder. Bu 21 maddenin ilk maddesi, Naini'nin önerdiği mahiyetteki bir devlet kurmalarının İslam dünyası sathında mezhep karşıtlıklarını tetikleyeceğini ve İran'dan çok diğer ülkelerdeki Şii Müslümanları olumsuz etkileyeceğini dile getirir; Osmanlı-Safevi dönemini hatırlatarak.

Ahund-e Horasani'nin bir asır önce dile getirdiği düşünceler, din-siyaset ilişkilerinde tez konusu olacak kadar incelenmeye ve tartışmaya değerdir.

Sonuç

Mezhep çatışması temelde tarihi ve siyasi nedenlere dayanmaktadır ama bu tarihi ve siyasi rekabete, fer'i, aslın yerine koyan bir kısım ulema tarafından da kelami bir boyut eklenmekte, kelam, fıkıh ve usul ile desteklenmektedir.

Mezhep çatışmalarında taraf olanları ikiye ayırmak mümkündür: Bir kısmı bu çatışmanın arkasındaki siyasi hesapları görmeyen ve siyasete alet olan, kendini siyasilere kullandıran, onların figürü olan saf niyetli, az bilgili aldatılmış insanlardır. Bir diğer kesim ise, mezhebi taassupla veya siyasi ihtirasla bilerek hareket eden tehlikeli insanlardır.

Biz, hangi mezhebe mensup olursa olsun, her Müslümanın mezhep dayatmacılığından, mezhep tartışmalarından, bir mezhebin haklılığını ötekilerin yanlışlığını ispatlama gibi boş ve zararlı çabalardan uzak durmasının gereğine derinden inanıyoruz. Hakeza, mezhep belasına duçar olmuş herkese mezhep yerine İslam'ı dava edinmelerini, İslam'ın yorumunu bireylere bırakmalarını, insanların hangi mezhep temelinde olursa olsun İslam'a yönelmelerinin önemli olduğunu, bütün mezheplerin ve meşreplerin neşv u nema bulmasıyla İslam'ın gelişeceğini, güçleneceğini, üretken olacağını tavsiye ediyoruz. Kelami ve fıkhi tüm mezhepler, İslam'ın gül bahçeleridir. Bırakın bütün bahçeler güllerini açsın, münbit ve müsmir olsun. Mezhebi teke indirgemek; dini fakirleştirmek, kısırlaştırmak, daraltmaktır. Aksi, zenginlik ve üretmektir.

Dindar devletlere de sözümüz şudur: Dini ve mezhepleri kendi siyasi hesaplarınıza kurban etmeyin. Dini ve mezhebi, siyasete bulaştırarak kirletmeyin. Din ve mezhep üzerinden savaş yürütmeyin. Savaşacaksanız din ve mezhepten uzak olarak savaşın. Açıkça çıkar savaşını verdiğinizi söyleyin ve dini bu işe karıştırmayın. Müslümanları kendi siyasi çıkarlarınız için din adına ölüme ve öldürmeye sürüklemeyin. Bunun vebalının altında kalırsınız. Akan kanların hesabını ödeyemezsiniz.

Eğer gerçekten dindarsanız, bütün mezheplere eşit yaklaşın. Bırakın bütün mezhep sahipleri kendi mezhepleri temelinde neşv u nema bulsun. Eğer dindarsanız dinin aslına sadık kalın, fer'iyle uğraşmayın. Dindar devletlerin ölçüsü tevhid, mead ve nübüvvet olsun. Bu asıllara inanan herkese eşit dursun.

Konunun özü şudur: Biz Müslümanlar mezhepleri fer'i mesele sayıp birbirimizle olan ilişkilerimizi tevhid, mead ve nübüvvet esasları üzerinden barışçıl bir şekilde mi yürüteceğiz yoksa fer'i olanı aslın yerine koyarak ilkel Orta Çağ savaşlarını anımsatan mezhep kavgaları girdabına mı yuvarlanacağız? Bizim tavrımız birincisinden yanadır ve nettir.

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim