• BIST 8718.11
  • Altın 2241.171
  • Dolar 32.3237
  • Euro 35.1719
  • İstanbul 9 °C
  • Ankara 3 °C
  • Van 3 °C

AHİR ZAMAN DÜNYASI

DAVUT HOCA

“Çarşı pazarlarımız, ticaretimiz, alış-verişimiz İslami ve insani olmaktan çıkıp, tamamen özünden kopmuş, harama bulaşmış, racona uygun hale gelmiştir. Faizin artık olmazsa olmazı haline gelen piyasalar, tüketicilik çılgınlığının merkezi olmuş; Avm’ler, içeride çalan müzikle tüketim transına girmiş ve kapitalist düzenin hipnoz ettiği beyinlerle dolup taşmakta, insanlar, albenili vitrinlerin önünden adeta tavaf edercesine hayranlıkla dönüp dolaşmaktadır.”

 

Dünya, hızla dönüyor ve son menziline doğru yaklaşıyor. Bu baş döndürücü dönüşün yanında, İnsanoğlu da, maalesef, asıl menzilinden hızla uzaklaşıyor. Birbiriyle ters orantılı bu gidişatın akıbeti nasıl olur bilinmez, ama gerçek olan şu ki Âdemoğlu, Özüne gittikçe yabancılaşmakta ve her geçen gün, Öze Dönüşün gerekliliği, kendini daha bir hissettirmektedir. Nerden geldin? Niçin geldin ve nereye gidiyorsun?Sorularının cevapları, her geçen zaman diliminde daha bir unutulmakta… Geliş gayen neydi, misyonun ne, derdin ne? Taşıman gereken görev vesorumlulukne ve sen ne iştesin? Evet, sorulması, sorgulanması gereken bu gerçeğin yanında şimdiki manzarayı okuduğumuzda, bütün bunların tersyüz olduğu, her şeyin birbirine karış(tırıl)dığı ortadadır. Yaradan;“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”(1) şeklindeki hükmünde Âdemoğlunun yeryüzüne gönderiliş misyonunu belirtiyor. Âdemoğlunun bu misyonundan uzaklaşması, Özünden de uzaklaşması sonucunu doğuruyor.

İslam coğrafyası özelinde düşündüğümüzde, Allah’ın Müslüman olma şerefine nail kıldığı toplumların, bonkör bir mirasyedi gibi, elindeki bu mirasa, nimete sahip çık(a)madıklarını görüyoruz. Bu nankörlüğün bedelini, çok ağır ödemek zorunda kaldığımızı da görüyoruz. Dünyanın birçok yerinde, insanların İslam’a fevçfevç akın etmelerine karşın, İslam diye bilinen beldelerde İslam’dan, dolayısıyla özlerinden uzaklaşmaları, onlara dünyayı zindan etmektedir. Bu durumuÜstadBeddiüzzaman Said Nursi; “Avrupa bir İslam devletine gebedir, onu doğuracak; İslam devleti de bir Avrupa devletine gebedir o da onu doğuracak"(2) şeklinde okuyabilmiştir. Müslümanlar İslam’dan, Kur’an’dan uzaklaşırken, İslam düşmanlarının da en çok korktuğu husus, Müslüman toplumların ellerindeki en büyük kozun, Şeytanizme direnişin en büyük kalesinin, Kur’an olduğunun farkında olmaları ve bu yolda,Müslümanların Kur’an’la irtibatlarını koparmak için, çok büyük mesai harcamalarıdır. Bu gerçeğin farkına varan BeddiüzzamanSaid Nursi,İslam ve Kur’an hizmetinin fikri altyapısının kaynağı olarak Gladstone gibi bir İslam düşmanının, İngiliz Lordlar kamarasında elinde Kur’an’la çıkıp; ‘Müslümanlığı artık yok edeceğiz. Kur’an, dünyada bulunduğu süre içinde barış ve huzur kalmayacak…’(3)şeklindeki haykırışları olduğunu, kendisi bizzat ifade etmektedir.

Ezelden ebede devam eden ve edecek olan Hak-Batıl mücadelesinde, süreç hiç kopmamıştır ve kopmayacaktır, taaki kıyamet kopuncaya dek. Ancak bu mücadele, zamanın şartları çerçevesinde farklı çehrelerde olmuştur. Şeytanın Cennetten kovulmasından sonra,bunun bedelini Âdemoğluna ödettirme intikamı, İslam düşmanlarını bir araya getirmiş, ortak bir cephe oluşturmuştur. Şeytan kumandasındaki tüm İslam düşmanları, İslam ve Müslümanlara amansız bir savaş açıp, bu uğurda her türlü hile, oyun, kumpas, plan-programın içine girmişlerdir. Amaç, Hak olanı, haklı olanı, hakikat olanı temizlemek, yok etmek ve örtmek olmuştur. Zaten küfür de, hak olanın üzerini örtmek değil midir? Bu mücadele, sadece topla tüfekle, tankla, taramakla olmamış; işgal ve saldırı her alanda olmuştur. Zamanımıza dek süren ve ezelden ebede sürecek olan bu mücadelenin niteliği, çehresi, rengi, dili değişkenlik göstermiş, bu savaş her safta, her safhada, hedef şaşırtarak devam ede gelmiştir. Evet, şeytan ve aveneleri artık karşı cepheden değil sağdan da yanaşır olmuş, bizleri hiç beklemediğimiz yönlerden, şah mat etmeye başlamışlardır. Artık işgal her boyutta. Ümmet gayri İslami bir kültür, yaşayış, eğitim, ekonomi kısacası hayatın tüm alanlarında bombardıman altında. Artık İslami, İnsani değerler değersizleştirilerek yok edilmekte, görünürde var olan yapının direkt yok edilmesi ile değil, bunun içinin boşaltılması ile uğraşmaktalar. Tüm İslami yapılar, teşbihte hata olmasın, içi boşaltılmış bir banka gibi boşaltılmakta, niceliğine dokunmadan niteliksizleştirilmekte, böylece tılsımları bozulmaktadır.“Yok edemiyorsan içini boşalt”taktiğiile İslami olan her şey, aslından koparılarak, sadece ve sadece şeklen yerinde bırakılmakta, varlığına müsaade edilmektedir.

Dünya ve dünyalıkların bunca uğraşları ve bizim de dünyaya meylimiz, bakın ortaya ne garabetler çıkardı; kocaman, ihtişamlıibadethaneler, kuru dini ritüellere ev sahipliği yapan mekânlara dönüştürülmekte;çeşitli mübareklere ait eşyalar gösterime sunularak, onları anmakla yetinip anlamayan kalabalıkların ağlama seanslarına dönüşmekte; Kur’an güzel bülbül sesli hafızlarca tatlı nağmelerle okunmakta, ancak azap ayetlerinde bile şuursuzca duygu seline kapanılmakta; Kur’an,yemek ziyafetini anımsatırcasına Kur’an ziyafeti adı altında, zevk almak adına dinlenilmekte; Ramazan bayramı şeker bayramına, Kurban bayramı et bayramına dönüştürülmekte; İslam, sadece Ramazan ayında yaşanılan(!) bir din algısı oluşturulmakta(diğer aylarda her şey mübah ve serbest);namazlarda bedenen Allah’ın huzurunda olup, kalben başka âlemlerde gezinmekte (ki bu durumla ilgili olarakAli Şeriati;  'Camide olup ayakkabılarımı düşünmektense, yolda yürüyüp Allah'ı düşünmeyi tercih ederim.' diyor); oruçta sadece mide aç bırakılmakla yetiniliyorken, diğer organlara her şey helal kılınmakta…Böylece İslami ve İnsani tüm mefhumlar, üzerinde bir ince ayar yapılarak günümüz şartlarına uydurulmaya, tehdit olmaktan çıkarılarak etkisizleştirilmeye, pasifize etmeye; suya sabuna dokunmayan, kimsenin keyfini bozmayan, hiçbir ağababanın, otoritenin, gücün çarkına çomak sokmayacak, yenidünya düzenine ayak uyduracak, dünya dengelerine uyum sağlayacak bir lokma ve bir hırkayla yetinecek; bir yanağına vurulunca diğer yanağını dönecek; namazını kılıp, orucunu tutup, kimsenin etlisine sütlüsüne müdahil olmayacak bir din, bir dünya görüşü dayatılmaktadır. Evet, tüm bu sayılanlar yerine getirildiğinde, eğer ortada bir din kalmışsa tabi ki.

            Çarşı pazarlarımız, ticaretimiz, alış-verişimiz İslami ve insani olmaktan çıkıp, tamamen özünden kopmuş, harama bulaşmış, racona uygun hale gelmiştir. Faizin artık olmazsa olmazı haline gelen piyasalar, tüketicilik çılgınlığının merkezi olmuş;Avm’ler, içeride çalan müzikle tüketim transına girmiş ve kapitalist düzenin hipnoz ettiği beyinlerle dolup taşmakta, insanlar, albenili vitrinlerin önünden adeta tavaf edercesine hayranlıkla dönüp dolaşmaktadır. Cadde ve sokaklardaki tabelaların, mağazalarda çalan müziklerin, bırakın inancımızla, ne kültürümüzle ne özümüzle, ne de gelenek-göreneklerimizin hiçbirisiyle, yakından uzaktan hiçbir alakası bulunmamaktadır. Hele hele vitrinlerdeki,afbuyurun,çamaşırların(nenelerimizin bunları kuruturken bile edeplerinden dolayı bunların üzerine bir çarşaf attıkları düşünüldüğünde) allanıp pullanıp sergilenmesi,hiçbir ahlak anlayışıyla uyuşmamaktadır. Yaşadığımız, neredeyse köy nüfusu kadar nüfus barındıran, apartmanlarımızda da durum farklı değil. Koca binada, asansörle inip asansörle çıkan ve sadece kendi dairelerini tanıyan insanlar, komşu mefhumunun merhum olduğu fildişi kuleler, İslam ahlakı, yaşantı şekli, mahremiyet gözetilmeden yapılan ve bu değerler ile uyuşmayan yapılar, binalar... Kısacası İslam’ın ne kokusunun, ne izinin hissedilebildiği, daha doğrusu esamesinin bile okunmadığı yaşantılar... Balık istifi şeklinde istiflenen ve bu şekilde yaşamaya çaresizce alıştırılan, çoluğun, çocuğun adeta yarı kapalı cezaevinde yaşar gibi, ne sevinçlerini, ne üzüntülerini haykırmaya müsaade etmeyen binalar, içlerindeki çocukluk haykırışlarını yutkunarak içlerine gömen mutsuz çocuklar, mutsuz nesiller…

İslam düşmanları, artık işgali kendi elleriyle yaparak hedef tahtasına oturmuyor; hedef şaşırtıyor. Bunu; mevki, makam, para ve şöhret karşılığı satın aldığı Müslüman kılıklı adamlarına yaptırıyorlar. Bunu yaparken, büyük makamlara küçük insanları getirerek hallediyorlar. En yakın örneği, şu “Arap Baharı” dediğimiz ancak Arap kışına dönüştüğünü hep beraber müşahede ettiğimiz, İslam dünyasındaki oldubitti müdahalelerle devrilen Müslüman kılıklı Firavunlar gibi... İslam beldelerine, dışarıdaki ağababaları vasıtasıyla musallat olmuş dinozorlar, yıllarca halklarının kanlarını vampir gibi emmiş,birer uydu devletlere dönüştürülen bu İslam beldelerinde, yaşamın tüm alanlarında, Batının yaşam stilini oturtmuşlardır. Böylelikle yutulmaya, hazmedilmeye hazır kolay lokmalar oluşturmuşlardır. Böylece bütün değerlerimizi, hassasiyetlerimizi, inançlarımızı ve her şeyimizi yavaş yavaş önce yumuşatarak, sonra da yok etmek suretiyle, bizleri içlerinde eritmeye muvaffak olmuşlardır. Görünürde her şey olağan, yerinde, tıkırında görülüyorken, aslında özünden kopmuş, rayından çıkmış, başkalaşmış bir hale gelmiştir. Mesela İslam Peygamberinin “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (4) hadis-i şerifiyle, ahlakın önemini haykırıyorken, bugünlerde bu kavram ETİK adı altında yumuşatılarak ve içi boşaltılarak değersizleştirilmiştir. Yapılmak istenen şey, ne Hıristiyanlığa ne de Yahudiliğe tehdit oluşturmayacak dişleri, sinirleri, duyuları yerinden sökülmüş bir İslam oluşturmaktır. Böyle bir İslam’ın, Müslüman’ın yaşamasının onlar için hiçbir sakıncası yoktur. Yıllar önce gazeteciler, İsrail Devleti’nin o günkü başbakanı ŞimonPerez’e “Kur’an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor.” diye hatırlattıklarında, Perez şu cevabı vermiş: “Kur’an’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.” Sözleri durumu çok güzel özetlemektedir. Evet, aslından, özünden uzaklaşmış Müslüman’ın, hiçbir güce tehdit oluşturmayacağı açık.

Her Müslüman’ın başında bir şeytan, içinde bir nefis vardır ki onun imtihanında işini zorlaştıracak, başına bela olacak, ayağına dolanacak, dolayısıyla bu zorlu sınavda çeldirici unsur vazifesi göreceklerdir. Bu unsurlar,Âdemoğlunu Özünden uzaklaştıracak, ona asıl gayesini unutturacak, ona; nerden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gittiğini unutturacak handikaplardır. Âdemoğlu kendisini; özüne yabancılaştıracak, kökünden kopararak yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa fırlatacak etmenlerin farkında olmalı, farkındalığına varmalı ve bunlara karşı tedbirli olmalıdır. Çizgi dışı, başlı başına bir ekol olan zamanımızın Ebu Zeri, Ali Şeriati,(5)bu çeldiricileri şu şekilde sıralıyor: “Ve şimdi Mina’dasın, İbrahim’sin, İsmail’ni kurban yerine getirdin. Senin İsmail’in kimdir? Veya nedir? Makamın mı? Onurun mu? Mevkiin mi? Statün mü? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Bağın mı? Otomobilin mi? Sevgilin mi? Ailen mi? İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi? Ruhaniyetin mi? Âlimliğin mi? Elbisen mi? Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi? Canın mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin. Her ne ve kimse onu sen kendin Mina’ya getirmeli ve kurban için seçmelisin.”

Dünyevileşme hayatımızın her yerine her anına sinmiş, sızmış, bulaşmış ve bizleri ÖLÜM, AHİRET, HESAP, MİZAN gibi dertlerden kurtarmıştır!Bu sızıntı, kimisine çok kimisine az ve nihayetinde belli bir dozda sızmıştır. Yalnız şu bir gerçektir ki;toplum zincirinin zayıf halkası olan kadınlar, bu oyuna en çok gelen kesimlerdir. Bunda kadın kısmının duygusal olması, ruhça nazik ve hassas olması önemli bir etkendir. Bunu maalesef şeytan da biliyor, hayatı sadece dünyadan ibaret bilen, boş bir hülya olan dünyaya tapanlar da biliyor. Bu zayıflığı kendilerince iyi değerlendiriyorlar ve nerdeyse tüm oyunlarını, projelerini, hilelerini kadınlar üzerinde gerçekleştiriyorlar. Dünyanın zevk ve şatafatı ile gözleri kamaştırılan kadınlar, bu uğurda değerli olan tüm değerlerini maalesef ayaklar altına alabiliyorlar. Ahiret düşmanı dünya devleri; sanat, kozmetik, giyim, eğlence, sinema, tiyatro, müzik vb. adlar altında,Firavun’unpiramitlerinin inşasında çalışan ve bu piramitlerin taşları arasında harç olarak can veren köleler misali, kadınları çok az bir paha karşılığında satın alarak, dünyalarını da ahretlerini de yok etmekteler.Bir sakız reklamından tutun da bir araba, ev reklamına kadar hemen tüm alanlarda kadınları kullanmakta, onları bu kapitalist çarkın dişlileri arasında ezip yok etmektedirler. Toplumun temel taşı olan ailenin esas belkemiği olan, ailede çocukların temel eğitimini veren, yuvayı kuran, evirip çeviren, esas öğe olan kadın; tüketim baronlarının, çağdaş Karunların gönüllü kölesi olarak kullanılmakta, böylece toplumun en hayati tuğlası çekilerek çöküş hızlandırılmaktadır. Maalesef, medya denilen ve çirkef bir çamur deryasına dönen âlemde kadın; cinsellik adı altında, etinden faydalanılan bir hayâsızlık, edepsizlik, ahlaksızlık çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bir kadının en mahrem, en kıymetli, en anlamlı olan bedeni, hayâsı, namusu çok ucuz bir şekilde ekranlarda, manşetlerde sergilenmekte, kadınlık onuru, şerefi, haysiyeti ele ayağa düşürülmektedir. Dünyaya getirdiği ve Allah’ın yeryüzünün halifesi olarak misyon yüklediği, insanoğlunun ilk beslenme yeri olan ve mucizevi bir şekilde süt dolan anne göğsü, şehevi zevklerin malzemesine dönüştürülmektedir.Bunun yanında, “siz ne kadar namuslu olursanız, kadınlarınız da o kadar iffetli olurlar."(6) diyen bir Peygamberin(sav) ümmeti olarak, erkeklerin de en az kadınlar kadarmes’ul oldukları da, göz ardı edilmemelidir.

Dünyevileşmenin, İslam’dan önceki dinler olan Hristiyanlık ve Musevilikte şiddetli bir şekilde baş gösterdiğini görmekteyiz. "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı da Tanrı'ya" inanışı, Allah’ın yeryüzündeki hükümranlığının insana hasredilerek, Allah’ın yetki ve gücünü sadece ve sadece gökyüzü ile sınırlandırılması, bunun ifadesidir. “Dünyevileşme (namı diğer “sekülerleşme”), bir Yahudileşme hastalığıdır. Kur’an, bu hastalığa yakalanan İsrailoğullarını, ibret nazarlarına sunar. Onlar, Musa Peygamber gibi muttaki ve mücahit bir liderin yönetimi altında,Firavun’un zulmünden kurtulmuşlardı. O zulüm ki, anaların rahmine kadar uzanmıştı. O zulüm ki, İsrailoğullarını soykırıma tabi tutmuştu. Yerlerinden, yurtlarından etmişti.İlahi rahmet sayesinde suyu geçtiler, can düşmanları Firavun boğuldu, kendileri kurtuldu ve özgür kaldılar. Allah çölü onlara göl etti. Men ve selva gibi iki büyük nimet verdi.Peki, ne yaptılar dersiniz? Allah’a şükür mü ettiler? Hz. Musa’ya teşekkür mü ettiler?Hayır, hiçbirini yapmadılar. Aksine, “biz bir çeşit yiyeceğe sabredemeyiz.” dediler. Bakla, kabak, mercimek, sarımsak, soğan istediler. Yani, elde ettikleri îmânî özgürlüğün değerini bilmek yerine, ellerinden çıkan sebzelerin derdine yandılar.Kur’an, onların bu tavrına, Hz. Musa’nın verdiği o ibretli cevabı nakleder:“Sizler, bayağı ve sıradan olanı, hayırlı olanla takas etmek mi istiyorsunuz? Hadi o halde, inin Mısır’a! İstediğiniz orada sizi beklemektedir!”Evet, adalet ve tevhidin, özgürlük ve onurun değerini bilmeyip, bakla ve kabak, soğan ve sarımsak isteyenlere söylenecek başka söz yoktur. Her Firavun’un bir Musa’sı vardır. Tabii ki, her Musa’nın da bir Firavun’u. Her Yahudileşenin bir Mısır’ı vardır. Dün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır.Özgürlük ve onuru, statü ve kariyerle takas etmek isteyenlere söylenecek söz bellidir: “Madem siz hayırlı olanı değersiz olanla takas etmek istiyorsunuz, inin “er”lik makamından, kavuşun kıytırıkmakamınıza!”(7) Dünyayı daha hayırlı ve üstün değerlere değiştirmeyen, bayağılıktan yana tercih edenler ile ilgili olarak ÜstadBeddiüzzaman Hazretleri de;“bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercihettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde tercih etmek, bir düstur hükmüne geçmiş.” (8) şeklinde ifade etmektedir.

Dünyevileşme ile beraber sosyal hayat da alt üst olmuş, toplumda yiyecek ekmek bulamayanların yanında, çok yediğinden dolayı obeziteye gark olmuş kesimler de oluşmaya başlamıştır. Bir taraftan açlıktan ölenler varken, diğer taraftan kilo vermek için servet harcayan insanların olması, toplumdaki dengesizliğin alameti olmuştur. İsrafın boyutları toplumsal facialara, huzursuzluklara yol açmıştır. Hatta Batı’da,Sekülerleşmenin boyutları o hale varmış ki Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın; “bana fırlatıp attığın şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!”(9) sözü, bu durumun en güzel ifadesidir.Gerçi israf olan hayatlar, gençlikler, ömürler, nesiller düşünüldüğünde israfın diğer boyutları pek anlam ifade etmiyor. İnsanın kendisinin israf olduğu bir dünyada, başka şeylerin israf olmasının ne ehemmiyeti var ki. Her gün onlarca çocuk cesedi kıyıya vururken, sayısız insan yurtlarından, evlerinden olup sağa sola savrulurken, medeniyetlere, inançlara, peygamberlere ev sahipliği yapan İslam beldeleri tarumar olurken, göç ve hicret artık Müslümanlara has bir akıbet oluyorken, dünyalıklar israf olmuş ne yazar…

Şu satırları okuyan insanlara güzel şeyler anlatmayı isterdim doğrusu. Ancak ne yazık ki bunu yapmak ancak ve ancak deve kuşu misali, kafayı kuma gömmek olur. Ümmet coğrafyası, haritada neredeyse kan rengine bürünmüş, vaveylalar arş-ı azama yükselmesine rağmen sağır, kör ve hissiyatsız dünya,tüm bu olanlara aldırış etmiyorken, cehalet ve zulmet altın çağını yaşıyorken, taşlar bağlanmış itler ortalığa salınmışken, namuslu namussuz kadar cesaret sahibi olamıyorken, ne desem boş. Ali Şeriati; bir toplulukta, biraz sert konuşunca topluluktan biri üstada, "hep böyle konuşuyorsunuz, biraz da bizi rahatlatacak şeyler söyleseniz." diyor.Ali Şeriati şöyle cevaplıyor; "ben sizi rahatlatmaya değil, rahatsız etmeye geldim. Ben esrar ve eroin miyim ki sizi rahatlatayım?" Manzara bu minvalde iken, içimiz kan ağlıyorken, dünya başımıza yıkılıyorken ve tüm bunların yanında şeytan tüm yeis, ümitsizlik bombardımanını üzerimize bocalıyorken, Rahman ve Rahim olan Âlemlerin Rabbi, Kerim, Aziz, Cebbar, Vedud, Habir, Rakib olan Allah(c.c), biz kullarına ümitvar olmamızı, asla yeise düşmememizi öğütlemektedir. Hz. Peygamber’in(SAV) hayatındaki ambargo yıllarında, ne eziyetler çektiğini hatırladığımızda, Taif’te taşlandığı zamanları düşündüğümüzde, Hz.Hüseyin’in şehadeti gibi ciğersuz vakıaları ve tüm peygamberlerin, salih insanların hayatlarındaki iman, inanç mücadelesini tahayyül ettiğimizde, aslında dünyada hiçbir anın hak ve batıl mücadelesinden beri olmadığını anlarız. Şu zaman diliminde, bizim yaşam diliminde şahit olduğumuz zulüm ve eziyetlerin de, ne ilk ne de son olmadığını anlarız. Tam da burada Rakîb;görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alan,bütün varlıklar ve bütün işler murakabesi altında bulunanAllah’ın(c.c), biz kullarının tüm bu yaşananlar karşısındaki hal ve tavırlarımızı gözettiğini bilmemiz, sadece bir bilgiden ibaret kalmamalıdır. BütünHayatı Kur’an’ın mesajını yüceltmekle, hak ve hakikati yiğitçe ve hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek haykırmakla geçmiş Beddiüzzaman; “Evet, ümitvarolunuz! Şu istikbal inkılâbıiçinde en yüksek gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır.”(10) mesajıyla, Müslüman’ın hayatında yeise yer olmadığının ve “zalimler için yaşasın cehennem!” haykırışıyla sabır ve sebatla iman mücadelesinden asla yılmayan, yalın ayaklılara, geçmişten geleceğe tüm salihler gibi o da gerçeği ve geleceği müjdelemektedir. O zaman,Allah var gam yok!de. İman et gayret et, çalış, çabala, sana verilen ömür sermayesinin yatırımını iyi yap, şu hayatta bir insan olarak, bir Müslüman olarak elinden geleni yap, İbrahim’in ateşine bir damlacık su taşıyan serçe gibi “yeter ki el âlem bilsin ki ben İbrahim’den yanayım.” de ve gerisini Rabbu’lÂlemine bırak.                                                                                                          

 

DİPNOTLAR:

  1. (Zariyat/56)
  2. Emirdağ Lâhikası, s. 345
  3. Büyük Oyun:Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca
  4. Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381
  5. Şeriati Ali, Hacc
  6. Taberani
  7. İslamoğlu Mustafa, Esma’ü-l Hüsna
  8. Beddiüzzaman Said Nursî, s. 1612
  9. Baudrillard, s. 39-41
  10. Sünuhat, s. 36

 

 

            

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim