Mücadeleci ve Mütefekkir Bir Âlim:
Emin Mansuri
“Biz zemheride geldik; zemheride gidiyoruz.”der Said-i Nursi…
Aynı kaderi bu ülkede başkaları da yaşamıştır. Baharı göremeyenlerin, mücadelesinin çiçeklerini devşiremeyenlerin, hülyâsını kurduğu dünyaya tanık olamadan dar-ı bekaya gidenlerin emsalleriyle doludur yaşadığımız ülke…
Şeyh Said, büyük bir düş kırıklığı içerisinde yürüdü darağacına. Süleyman Hilmi Tunahan, karanlığın çöktüğüne tanık oldu; ama fecre tanık olamadı; İskilipli Atıf, kahırlı hayatını “yürek burkan bir vedayla” noktaladı. Mehmet Akif, bu topraklardan çok uzaklarda aradı huzuru; yok sayıldı, örselendi, tahkir ve tezyif edildi, yutkunarak yaşadı… Mazbut bir şekilde yumdu gözlerini…
Süngüler, sürgünler, takipler yağlı bir urgan gibi bırakmadı nicesini; ayağına, boğazına dolandı…
Bu coğrafyanın tarihi “yenilmiş asilerin, diz çöken isyanların, yorgun aksiyonerlerin” öyküleriyle doludur. Ve zemheride bir “güvercin tedirginliğiyle” yaşayanların serencâmı belleklerimizdeki tazeliğini hâlâ korur…
Seydayı anlatmak bunun içindir ki zordur. Çünkü Seyda kendisinden çok önce başlamış bir öykünün konuğudur. Bütün muhaliflerin geçtiği cendereden o da geçmiş; gurbetin, hicretin ve mazlumca bir hayatın uğraklarında o da soluklanmıştır. Yer ve gök, akan zaman ve dostları şahittir ki o “sözünde duranlardan” olmuştur…
Girizgâh:
Yaşadığımız ülkenin düşünce geleneğinde bir tür “hipermetropluk” olduğundan söz etmek mümkün… Yani; yakını ve yakınındakini görememe veya bulanık görme hali…
Diğer coğrafyalarda yaşamış olan aydınlara, mütefekkirlere ve aksiyonerlere yönelik yoğun bir teveccüh, ilgi ve ihtiram mevzu bahisken; kendi içimizdeki aydın, âlim ve aktivistlere yönelik genel bir ilgisizlik söz konusudur.
Elbette İslam dünyasının kültür mirasını ve bu mirasın öncülerini tanımak, içselleştirmek, tahlil ve tenkit etmek gereklidir; fakat bu topraklara ruh ve mana kazandırmış, eserleri ve mücadeleleriyle önemli izler bırakmış şahsiyetlerin de hak ettikleri ölçüde tanınmaları ve irdelenmeleri bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Merhum Molla Mansur Güzelsoy’un da örnek hayatı, mücadelesi ve fikirleri itibariyle yeterince incelenmediği, eserlerinin tetkik edilmediği ve şahsiyetinin etraflıca işlenmediği kanaatindeyim.
Bu iddiasız ve mütevazı makalemize, Molla Mansur’un hak ettiği ölçüde hatırlanması ve düşüncelerinin daha nitelikli bir biçimde irdelenmesi temennisiyle başlıyoruz…
İlme Adanmış Bir Hayattan Kareler:
Yıl 1948… Diyarbakır’ın Zozınç(Bağpınar) köyü. Tek parti döneminin son demleridir. Bu yoksul, mahrum ve mazbut köye yeni bir “can” katılmıştır. Zozınç köyü nicedir kendi içine kapanmış, yeni ismine bir türlü alışamamıştır; ama köyde sade ve huzurlu bir hayat akıp gitmektedir…
Molla Mansur, küçük yaştan itibaren zekâsı, cevvaliyeti ve ilme olan yatkınlığı ile akranları arasında dikkat çeker. Doğru bir yönlendirmeyle zekâsı ve yetenekleri ilmi bir mecraya dökülür ve hayatındaki fotoğraf kareleri ardı ardına şekillenmeye başlar:
Küçük yaşlarda alınan Kuran ve Arapça dersleri… Müşfik bir annenin gözetiminde rahmânın ayetlerinin ve o ayetlerin şiirsel dilinin tedrisi… Gençlik dönemine kadar aralıksız devam eden edep, ilim ve irfanla yoğrulmuş günler, geceler… Şahsiyetinin oluştuğu, kişiliğinin mayalandığı yorucu yıllar… İzdivaç ve yakın köylerdeki âlimlerden alınan dersler. Bilgiye susamış meraklı bir dimağın dur-durak bilmeyen yolculuğu… Her aydınlığa, her ışığa koşan, zihnini ve ruhunu ulaşabildiği bütün güzelliklerle dolduran bir tecessüs… Otuzlu yaşlarına kadar devam eden ilim talebeliği… Sakin mizacında hiçbir zaman yer bulamamış olan hırs ve merak, söz konusu ilim ve ahlâk olduğunda devreye girer. Okur, sorar, sorgular…
Kısa bir dönem sürdürülen imamlık görevi ve akabinde tekrar kitapların dünyasına dönüş… Allah’ın lütfu ve toprağın bereketiyle maişetini temin… Seksenli yılların başından itibaren birikimini ve gayretini hasrettiği İslami değişim ameliyesi… Yeni bir kuşağın yetişmesi uğrunda harcanan meşakkatli yıllar… Sahih, sahici, berrak bir mesajı insanlarla buluşturmanın derin sancısı ve karşılaşılan sorunlar. Bir arayışın ve zorunluluğun sonucu olarak gerçekleşen hicret… Gurbetin kasvetli ve yorucu günlerinde başlayan hastalık belirtileri… Son demlerinde dahi içini kemiren “İslami davanın akibetiyle” ilgili kaygılar… Ve 15 Ocak 1996, Rahman’a yolculuk…
Molla Mansur Güzelsoy’un Düşünce Dünyası:
Her âlimin düşünce evreninde, ayrıcalıklı bir yer edinen bilge insanlar vardır. Molla Mansur’un makaleleri incelendiğinde, referans gösterdiği ve itimat ettiği çok sayıda Doğulu ve Batılı düşünürle karşılaşırız. Bu yönüyle onun yazılarının, düşünce dünyamızın saygın simalarının geçit resmi yaptığı bir arena olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Fakihler, abidler, feylesoflar, kelamcılar, hukukçular, müfessirler, muhaddisler, siyasi mücadelesiyle tanınmış aktivistler, çığır açanlar, ekol oluşturanlar, devrimlere imza atanlar… Ve daha nicesi onun eserlerinde arz-ı endam eder. Seyda, salt İslam düşüncesinin öncü isimlerine yer vermez. Batı tefekkürünün mimarlarına ve eserlerine de göndermelerde bulunarak analizler yapar. Fakat makalelerinin bütünü incelendiğinde O’nun bazı şahıslara müstesna bir değer atfettiğini ve mezkûr şahısların tezlerinden fazlasıyla istifade ettiğini görürüz. Bunlardan birkaçı: İmam Şafii, Mevdudi, Seyyid Kutub, Alleme Fadlullah, Said-i Nursi ve İmam Humeyni’dir.
Molla Mansur’un bir konuyu izah ederken veya o konuyla ilgili yaklaşımlarını temellendirirken belli bir metodolojiye göre hareket ettiğini söylemek mümkün. Seyda’nın ilmi konulardaki metodolojisini, örnek aldığı âlimler ve medrese kültürü şekillendirmiştir. O’nun ilim usulüne baktığımızda belli bir “sistematik” ve plan dâhilinde hareket ettiği görülebilir.
Molla Mansur incelediği konuyu öncelikle “kavramsal düzlemde” irdeler ve konunun omurgasını oluşturan kavramları; kökenleri, arka planı, çağrışımları ve nüansları bakımından izah eder. Onun bu özelliğinin, kavram kargaşasının ve kavramlar üzerinden yürütülen anlamsız fikri mücadelelerin revaçta olduğu bir dönemde ne kadar önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Seyda anlamın, kelimelerin belirsizliğine kurban edilmesinin ve tartışmaların verimsiz bir diyaloğa dönüşmesinin önüne geçmek adına bu konudaki hassasiyetini ısrarla muhafaza etmiştir.
Örneğin; İnsan Hakları, İslami Hareket, İslami Cemaat, Mezhepler, Medine Vesikası gibi girift konuları incelerken evvela kavramları berraklaştırmayı ve onların anlamları üzerinde bir mutabakata ulaşmayı denemiştir. Bu nedenledir ki; insan doğası, hak mefhumu, cemaat teriminin semantiği, vesikanın mahiyeti, mezhep olgusu ve mezheplerin tarihsel gelişimi ile ilgili detaylı açıklamalarda bulunmuş ve konuyla ilgili muhtelif tezleri gündemleştirmiştir.
Düşüncenin “çerezleştirildiği” önemli mevzuların demagoji ve kelime oyunlarıyla sulandırıldığı, polemik sosuna batırılıp, izafi formüllerle servis edildiği bir dönemde Seyda, tartışma adabını ve fikirlerin sistematik bir biçimde nasıl izah edilebileceğini göstermiştir. Molla Mansur’un; delilden, burhandan, mantık örgüsünden yoksun yaklaşımlara itibar etmeyerek, tartışmalara ilmi bir düzey ve derinlik kattığını gözlemleriz.
Molla Mansur’un düşünce dünyasının sınır taşları ve sabitelerinin olduğunu da belirtmek gerekiyor. O, ümmet mefkûresini zedeleyen her türlü ırkçı söyleme, mezhep taassubuna ve grupsal bağnazlığa karşı oldukça hassastır.
Fakat bu hassasiyeti; etnik, mezhebi ve hizipsel realiteleri görmezlikten geldiği anlamında yorumlanmamalıdır. O, düşünceleri zehirleyen, bakış açısını daraltan ve husumeti kamçılayan yaklaşımlara itibar etmemiş, kuşatıcı bir perspektif ile meselelere yaklaşmıştır. Bu yönüyle Molla Mansur’un 90’lı yılların aşırı politize olmuş ve hazır şablonlarla düşünmeye alışılmış olan ikliminde farklı ve ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu, yaşadığı zamanın ve coğrafyanın ilerisinde durduğunu söylemeliyiz.
Şüphesiz, Seyda’nın meselelere yaklaşımı ile o dönemdeki sosyal gerçeklikleri ve zihinsel tutumları karşılaştıran herkes onun bu özelliğini tespit etmekte zorlanmayacaktır.
Molla Mansur’un dikkat çeken bir başka özelliği de farklı yaklaşımlara, tez ve önermelere karşı sergilediği engin hoş görüsüdür. O, İslam düşünce tarihinin irfanî, kelamî ve siyasî ekollerinin büyük çoğunluğunu yakından incelemiş ve büyük bir kısmından istifade etmiştir. Bu yönüyle Seyda’nın anlam dünyası değişime ve dinamizme açıktır. O, taklitçiliğin, durağanlığın ve tekrarın yaygın olduğu bir ilim atmosferinde yaşamasına rağmen, düşünsel dinamizmini ve yenilikçi anlayışını muhafaza etmiş ve ezberleri bozan bir üslup geliştirmiştir.
Molla Mansur’un düşünce dünyası ile hayatının iç içe geçtiğini ve anlamlı bir bütünlük oluşturduğunu müşahede ederiz. Amelden yoksun bilginin, eylemden bağımsız teorinin sığ sularında gezinmeyi doğru bulmayan Seyda, ilimdeki cehdi ölçüsünde hayatında da cehd ve İslami değişim çabası içerisinde olmuştur. Tepkisizliği ve duyarsızlığı âlim/aydın olmak ile özdeşleştirmiş bunca insana karşın O, yaşadığı coğrafyanın dönüşümü ve sahih İslami anlayışla buluşması amacıyla yorulmak bilmez bir mücadele serüvenine atılmış ve son anına kadar hakikat, adalet ve özgürlük mücadelesini omuzlamıştır.
Son Söz:
“Güzellikler, özetlenemez.”der. Paul Valery, aynı durum güzel insanlar ve saygın simalar için de geçerlidir. Hayatını güzel, hayırlı ve manidar bir çizgide yaşamış olan şahsiyetleri, bir makalenin sınırları içinde tanıtmak olanaksızdır.
Onu tanıyanlar şahittir ki Molla Mansur, “güzel” yaşadı ve güzellikler bırakarak ayrıldı aramızdan… O salihlerdendi, abid ve âlimdi. Ve her zaman şer’i mesuliyetlerini bireysel kaygılarının üzerinde tutmuştu.
Seyda, ömrünü aydınlanmaya adamış, mazlum bir hayat sürmüş ve gurbette Rabbi’ne kavuşmuştur. Ama O, ölümü bir buluşma ve saadet beldesinin ilk basamağı olarak görenlerdendi. O “İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanacaklardır.” sözüne iman ve itimat etmiş; nebiler, şehitler, ârifler ve âlimlerin beldesine gitmeyi imrenilecek bir sefer olarak görmüştü.
Allah onu rahmetiyle kuşatsın…