• BIST 9915.62
  • Altın 2435.681
  • Dolar 32.5203
  • Euro 34.8906
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C
  • Van 20 °C

Kesrette Vahdeti Aramak

Mustafa Naim Çapraz

(İtilaf Adabı / İhtilaf Fıkhı)

Fabrikalar herhangi bir mamulü üretirken, belli bir sayıdan sonra üretilen mamulün taklidini yaparak üretime devam ederler. Bir anahtar fabrikası, örneğin 100, 1000 veya buna benzer bir adedin üretimden sonra daha önce ürettiği anahtarları tekrar ederek üretimini sürdürür. Üretilen her bir anahtarın diğerlerinden farklı olması imkânsızdır. Çünkü insan aklı sonsuzluk üzerine kodlanmamış, sınırlıdır; tasavvuru o sınırların ötesine geçemez.

Bedensel ve zihinsel sınırlılığa rağmen dünya hayatı ve yaşamın idamesi farklılıklar üzerine inşa edilmiştir. Binaenaleyh; farklılıkların bitirilmesi yönünde gayretler, akıntıya karşı kürek sallamaktır. İnsanoğlu; eşi, çocukları, dostu, düşmanı, evi, arabası, memleketi, elbisesi, parası, bayrağı, işi, mesleği, okulu, zamanı, saati, sabahı, akşamı, günleri, ayları, yılları, dağları, taşları, nehirleri, denizleri, okyanusları, hayvan ve bitki türleri vs. vs… hemen her şeyi, onu diğerinden ayıran farklı yönleriyle tanır, birbirinden ayırır. Bütün arabalar aynı renk, model, tip ve plakada olsa kim arabasını tanıyacak? Bu şekilde olsaydı herhalde insanlar arabalarını tanımak için onu diğer arabalardan ayıran alametler ile işaretleyeceklerdi. Bütün erkekler ve bütün kadınlar aynı şekilde olsaydı kimin kimden, kimin kime ait olduğu nasıl bilinecekti? Aynı olsalardı Züleyha Yusuf (a.s.) için kendini kahreder miydi? Aynı olsalardı aşkın doğurduğu şaheserlerden olan Taç Mahal gibi bir yapıt, Leyla ile Mecnun, Mem u Zin gibi edebi eserler ortaya çıkar mıydı? Bütün kadınlar aynı özellik ve güzellikte olsaydı Şah Cihan, vefat eden eşi Mümtaz Mahal için Taç Mahal’i yapma zahmetine girer miydi? Leyla’nın diğer kadınlardan bir farkı olmayacağı için Mecnun’un ‘mecnun’ olmasına gerek kalmayacak, Fuzuli’ye de bu şahane eseri yazması için malzeme doğmayacaktı. Bütün evler aynı olsaydı adres diye bir mefhum kalır mıydı? Peki, herkes aynı işi yapmış olsaydı, o işin dışındaki ihtiyaçları kim ve nasıl temin edecekti? Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Ortaya çıkacak olan sonuç fecaatten ve saçmalıktan başka bir şey olmayacaktır. Hikmet-i İlahi kâinattaki sistemi bu esaslar üzerine inşa etmiştir, bunun değiştirilmesi imkânsızdır.

İlahi fabrikadaki imalat beşerin fabrikalarındaki imalat gibi değildir. Değil sadece insan, kâinatta var olan hiçbir varlık aynı türden diğer bir varlığın aynısı değildir. Buna tüm cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar dâhildir. Her biri diğerinden farklıdır. İnsandaki bu farklılık ise çok daha bariz ve çok daha çeşitlidir. Diğer varlıklardaki farklılık daha çok fiziki unsurlar bağlamındayken, insanlardaki farklılık hem fiziki hem de düşünce boyutuyladır. Bu bile kudretüllah ve ilmüllah’ın sınırsız ve sonsuzluğunu gösterme ve ispatlamaya kâfidir. 

Birey ve toplumların gerek fiziki ve gerekse düşünsel farklılıkları kaçınılmazdır ve bu ilahî bir kanundur. Dolayısıyla Yüce Mevla’nın muradı olan insanlar arasındaki renk, dil, kültür, örf gibi unsurları tek tipleştirme çabalarının akim kalacağı tartışmasızdır ve bu kabilden çabalar zulmün alasıdır. Çünkü teklik Allah’a mahsustur. İnsanlarda asıl olan ise kesrettir. Bu kesretle birlikte, tüm insanlığın insaniyet dairesinde, Müslümanların ise daha dar olan inanç dairesinde vahdeti/ittifakı sağlamaları istenmektedir.

(Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten ayetler vardır.)[1] Göklerin ve yerlerin varlığı ne büyük bir ayetse, dil ve renklerin farklılığı da en az o kadar büyük bir ayettir. İlkine duyulan saygı, ikincisine da duyulmalıdır.

(Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve 'birbirinizi tanımanız ve tanışmanız' için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en ileride olanınızdır.)[2]

İş daha küçük detaylara vardığında farklılıklar daha da artmaktadır. Aynı kavimden, aynı dilden, aynı ana-babadan olan insanlar arasında bile sayılamayacak kadar farklılıklar vardır. Bu farklara göre insanlar ayrıştırılmaya kalkılırsa, bu durum insanları fert fert ayrıştırmaya kadar götürecek, parmak izinden göz retinasına kadar, değil sadece mevcut altı-yedi milyar insanın, ilk insandan son insana kadar her bir ferdin ayrıştırılması gerekecektir.

Binaenaleyh; fiziki şartlar açısından bu farklılıklar kaçınılmaz olmanın yanı sıra, dünya hayatının idamesinin de olmazsa olmazlarındandır. Dünya hayatının idamesi için gereken bir diğer şart ise “insanlık”tır. Küfür ve iman nasıl ki imtihanın bir gereği olarak İlahi irade neticesinde var edilmiş ve insanlardan iman etmeleri istenmişse, aynı şekilde mezkûr farklılıklar da yine imtihanın bir gereği olarak İlahi irade ile var olmuş ve insanlardan istenen de ‘insanlık, insanca davranıştır.’ Bunu da Allah-u Teâlâ; “لِتَعَارَفُوا – tanışasınız, karşılıklı iyilikte bulunasınız diye” formüle etmiştir; “"لتقاتلوا"، "لتضاربوا"، "لتنازعوا – savaşasınız, dövüşesiniz, çekişesiniz” diyedeğil… Birinciseçenektenyanaolmayanlar, yaniinsanlıktannasibinialamayanlar, ikinciseçenekolansavaşma, dövüşmevekavgadanyanaolmaları, ormanyasalarınınegemenolduğu, güçlülerinzayıflarıezipyokettiğibirdünyakurmalarıkaçınılmazolacaktır.

Bu fizikifarklılıklaraçısından…

Bir de insanlararasıdüşünselfarklılıklarboyutuvardır.Bu da İlahi irade neticesinde bu şekilde tecelli etmektedir. Buna işaretedenbazıayetlerişöylesıralamakmümkündür:

(Rabbin dileseydi, insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, “Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan dolduracağım” sözü kesinleşti.)[3]

(İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbinden geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu.)[4]

(İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: 'Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de.)[5]

(Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz.)[6]

(Biz Kitab'ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik.)[7]

(İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin rabbinizim; öyleyse benden korkup-sakının. Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir.)[8]

(Sonra guruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Büyük güne şahit olunduğu zamanda vay o kâfirlerin haline!)[9]

(Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!)[10]

Her bir insanın zihin dünyası, akıl ve anlama düzeyi, algılaması, anladığı ve algıladığını anlamlandırması, anlamlandırdığını ifade etmesi, ifade tarzı ve kelimeleri farklı farklıdır. İnsanların bütün bu aşamalarda gösterdikleri farklılıklar, düşünce örgüleri ve yaşam tarzlarının da farklılık göstermesini zorunlu kılıyor.

Hal böyle olunca bu ayetlerden çıkarılabilecek sonuçlardan biri şudur: İnsanlar arası fiziksel farklılıklar, ihtilaflar Allah’ın birer ayeti olduğu gibi, insanlar arasındaki düşünsel farklılıklar da Allah’ın birer ayetidir. Fiziki farklılıklar tanışma, karşılıklı iyilikte bulunma yani “insan olma”ya matufsa, düşünsel farklılıklar da yeryüzünün imar ve inşasın olmazsa olmazlarındandır. Tüm insanlar aynı düşünce, akıl ve idrak seviyesinde olsaydı, hayvanlar gibi hayatlarında bir değişim ve terakki meydana gelmez; cennetten kovulan Âdem’in (a.s.) dünyaya gönderildiği yaşam koşullarından bir adım ötesine gidilemezdi.

Bu, ihtilafın doğal veya olması gereken sonuçlarındandır. Doğal olmayan veya olmaması gereken sonuçları ise, gerek fiziki ve gerekse düşünsel farklılıkların üstünlük iddiası, ayrımcılık ve çekişmelere yol açması halinde tecelli eder. Bu doğal olmayan sonuçların vukuu bulmaması için de Yüce Mevla ilahi reçeteyi sunmuştur. Diyor ki:

(Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.)[11]

(Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.)[12]

(Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.)[13]

Bir hadiste Peygamber (s.a.s) şöyle buyuruyor:

(Sizi neden men ettimse ondan kaçının ve neyi emrettimse onu d gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizden öncekiler çokça soru sormaları ve Peygamberleriyle ihtilafa düşmelerinden ötürü helak oldular.)[14]

Dil, edebiyat, fıkıh, hadis, tefsir, siyaset, tıp, mimarlık vb. ilimlerin ilkeleri varsa, namaz, oruç, zekât, haccın rükün ve şartları, abdest ve guslün farzları, sünnetleri, hatta tuvalet adabı olur da, insanları, hatta Müslümanları karşı karşıya getirme potansiyeli taşıyan farklılıklar için bir ‘itilaf adabı’ veya bir ‘ihtilaf fıkhı’nın olmaması düşünülemez. Allah-u Teâlâ her derde bir deva vermişse, bu farklılık derdinin de devasız olması imkânsızdır. Bazı kurallarında ihtilaf edilse bile çoğunda ittifakın sağlanacağı kuşkusuzdur.

Peygamber (s.a.s) de, farklılıkların pozitif yönlerini almak ve negatif yönlerini bertaraf etmek için buna yönelik fiili tedbirler almaktan geri kalmamış, uhuvvet müessesi, Medine Vesikası, Veda Hutbesi vb. tedbirler ile Müslümanlar arası kardeşlik hukuku, Müslümanlar ile gayri Müslimler arasında da insanlık hukukunu tesis etmiştir. Böylelikle var olan onca farklılığa rağmen, bu farklılıklar sorununu bazı kurallar çerçevesinde çözümleyebilmiştir.

 Âdem (a.s.) ile İblis arasında, fiziki farklılığa (ateş-toprak) dayanarak baş gösteren çekişme, Âdem’in (a.s.) Allah-u Teâlâ ile ihtilafa düşmesine (emre isyan) yol açmış ve cennetten kovulmasıyla sonuçlanmıştır. Âdem (a.s.)–İblis arasındaki çekişme, cennetten dünyaya gönderildikten sonra ateş-toprakla sembolleşen fiziki farklılıktan düşünsel farklılıklara mebni olmaya başlamıştır. Ancak şeytan, insan-şeytan ve insan-insan arasındaki çekişmeleri körüklemek için hem fiziki ve hem de düşünsel farklılıklardan istifade etmekten geri kalmamış, insanlık tarihinde Habil ve Kabil’de somutlaşan ayrışma ve parçalanmanın, kıyamete kadar kesintisiz devam edeceğine ant içmiştir.

(Dedi ki: 'Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulmayacaksın.')[15]

Düşünsel ve fiziksel farklılıklara hoşgörüyü gösteremeyen insan, “yeryüzünde fesat çıkarma ve kan dökme” öngörüsünde bulunan melekleri haklı çıkarmıştır.

İlk dönem Müslüman tarihinde hızla artan fetihler, Peygamber (s.a.s.) dönemindeki gibi fethin gönülleri fethetmekle başlanması, İslam’ın orada iyice yerleşmesi gerektiği önceliğini toprakların fethine kaptırınca, toprakları fethedilen ama gönülleri pek de fethedilmeyen yerlerdeki Müslümanlar, İslam öncesi kavmi, kültürel, coğrafik vb. bağlarından kopamadılar. Bu da, Müslüman iktidarın bir an bile maddi-manevi zayıflık göstermesi halinde bu bağların tezahür etmesini ve Müslümanlar arası çekişmelerin başlamasını beraberinde getiriyordu.

Dolayısıyla Müslümanlar arası ayrışma ve parçalanmalar yeni olmadığı gibi, Müslümanlar arası itilaf ve bütünlüğü sağlama çabaları da yeni değildir. Yakın Müslüman tarihinde tavandan tabana bir yapılanmayla, yani devlet vb. aygıtların Müslümanların birliğini koruyabileceğini savunan Afgani ve talebelerinin çabaları ile tabandan tavana, yani halkın bilinçlendirilmesiyle bu birliğin sağlanabileceğini savunan Hasan el-Benna ve etba’ının çabaları ön plana çıkmaktadır.

20. Yüzyılın başlarında İhvan hareketi bu gaye için çalışırken 20. Yüzyılın sonlarına doğru İran İslam Devrimi bu bayrağı devralmıştır. İmam Humeyni döneminde bu yöndeki çabalar, İmam sonrası dönemde ciddi manada hız kesmiş, ulusal ve mezhepsel kaygılar daha çok ön plana çıkmıştır. Bu da, Müslümanlar arası çekişme ve çatışmaların azalmasına maalesef ön ayak olamamıştır.

Şirkin ele alındığı ayetlerin bazılarında şirkin akabinde, şirkten sonra ne kadar büyük günah olduklarına dikkatleri çekmek için ana-babaya isyan, haksız yere adam öldürme gibi büyük günahlar da işlenmektedir. Ancak şirkten sonra bunlardan da daha büyük bir günah vardır ki o da ‘fitne’dir. Kuran, bunu şu iki ayette net bir şekilde beyan ediyor:

(Fitne, katletmekten daha şiddetlidir)[16] ve (Fitne, katletmekten daha büyüktür)[17].

Fitnenin en önemli aracı ihtilaf noktalarını kaşıyarak iftirakları kaçınılmaz hale getirmek; buradan da öldürme, gasp, talan, ırza tecavüz ve daha nice kebairin vukuu bulmasına şartları amade etmektir. Dolayısıyla meşru sınırlar dâhilinde kalmayan ihtilaflar fitnenin en önemli ayağını oluşturduğundan şirkten sonra en büyük günah hükmündedir.

İşte bu yüzden Allah’ın Kitabı ve Resulüllah’ın (s.a.s.) sünneti, tevhit inancından sonra Müslümanların vahdet ve bütünlüğünün korunması/sağlanması ve ayrılıkların bertaraf edilmesi için gösterdikleri çaba ve hırsı başka bir şey için göstermemişlerdir.  Kuran ve sünnet, şirkten sonra ümmetin ihtilafa düşmesi ve parçalanarak zayıflaması konusu üzerine titrediği kadar başka bir şey üzerine titrememiş, bu konuda yaptığı uyarı kadar başka bir konuda uyarı yapmamıştır. İslam, Kelime-i Tevhide yaptığı vurguyu ve verdiği önemi başka hiçbir konuya vermemiştir. Kelime-i Tevhit, öncelikle katıksız bir imana çağırır, ardından bunun ameli yansımasını görmek ister.  Rabbi bir, Peygamberi bir, Kitabı bir, kıblesi bir, yaratılış gayeleri bir olan kimselerin aynı kelime etrafında toplanmaları ve birlik olmaları bir zorunluluktur. (Bu ümmetiniz tek bir ümmettir ve ben de sizin rabbinizim.)[18]

Ancak Müslümanlar Kelime-i Tevhid’in muhtevasından uzaklaşmaları oranında, rıza-i İlahi’nin dışında onlarca sebeple izah edilebilecek dünyevi gayeler uğruna aynı kelime etrafında vahdet veya ittifakı sağlamaktan da uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak mendup, mubah veya içtihadî bir konu etrafındaki çekişmeler, nice farz ve vacibin heder edilmesine, nice haramların da işlenmesine yol açtı. Kaybolan farzların başında da kuşkusuz Müslümanların vahdeti ve dayanışması gelmektedir. Öteden beri ihtilaf, iftirak, çekişme ve kavgayı bir ahlak haline getiren kimi Müslümanlar, kaçınılmaz İlahi bir sünnet olan ihtilafın adap ve ahlakiliğini, farklılıklara tahammülü çoğu zaman beceremediler. Bunun sonucu olarak içeriden bir hayli zayıflayan Müslümanlar, harici düşmanlara karşı daha kolay bir lokma haline geldiler.

Medenilikten nasibi kısıtlı, ayrılık kültürünü özümsemiş, değişim ve yeniliği bir meleke haline getirememiş toplumlarda, bakış açıları birbirine en yakın olanlar ve aynı hedefi paylaşanlar bile ihtilafa düşerlerken; medeni, farklılıklara mütehammil ve değişime açık toplumlardaki zıt düşüncede olanlar arasındaki çekişme bile, değişime kapalı toplumlarda aynı veya benzer düşünceleri paylaşanlar arasındaki çekişmenin derecesine varmamaktadır.

Rivayet edilir ki Vasıl b. Ata beraberindekilerle bir yerden geçerlerken Haricileri fark ederler. Vasıl yanındakilere der ki: “Bu sizin işiniz değil. Çekilin ve onları bana bırakın.” Hariciler onları görünce; “sen ve arkadaşların ne işiniz var buralarda?” diye sorarlar. Vasıl da; “biz, Allah’ın kelamını dinlemek ve sınırlarını tanımak isteyen emân dileyen müşrikleriz” dedi. (Bununla, Tevbe suresinin altıncı ayeti olan şu ayete işaret ediyor: (Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır). Hariciler dedi ki: “Size eman verdik.” Bunun üzerine Vasıl: “Öyleyse bize öğretin.” Onlar da hükümlerini öğretmeye başladılar. Vasıl dedi ki: “Ben ve beraberimdekiler bunları kabul ettik.” Bunun üzerine Hariciler dediler ki; “Öyleyse artık gidebilirsiniz, çünkü siz bizim kardeşlerimizsiniz.” Vasıl dedi ki: “Bu yetmez ki! Allah buyuruyor ki: (Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır). Bizi güvenlik içinde olacağımız yerimize ulaştırın.” Birbirlerine bakan Hariciler sonra dediler ki: “Bu sizin hakkınız.” Bunun üzerine ‘güvenlik içinde olacakları yere’ varana kadar beraberce yol aldılar.

Müslümanların tarihinde bu tür ibretlik hikâyeler maalesef yeterince mevcuttur. Ayrılık fitnesi öyle bir dereceye varıyor ki müşrik olan kimse kendisini, Müslüman bir grubun içinde, o gruptan olmayan bir Müslümandan daha fazla güvencede his edebiliyor. Bu yüzden de o gruptan olmayan Müslümanlar, o gruptan zarar görmemek ve şerlerinden emin olmak için kendilerini müşrik olarak göstermek zorunda kalabiliyorlar.

Gençliğin ve yeni öğrenmenin verdiği heyecanla, okuduğu veya duyduğu hemen her dini söyleme inanan, okuduğunu da ya iyi anlamayan veya anlasa da yanlış yorumlayan nispeten İslamî bir bilince ve ilme sahip bir takım Müslüman gençlik, Müslümanlar arası saflaşmanın ve ayrışmanın husulünde maalesef hatırı sayılır bir role sahiptirler.  Kesp ettikleri ilimleri ve bilinçleri, kendilerinde tartışma melekesinin gelişmesini güçlendirdiğinden, hem ilim erbabına hem de muhalif olarak addettikleri kimselere karşı amansız bir niz’a ve cedele girişirler. İlim erbabına, muhalif olarak gördükleri kimselerle ilgili sorular yönelttiklerinde, aldıkları cevap istedikleri gibi olmazsa, farklılıklara ve farklı düşünenlere karşı mütehammil ve hoş görülü olunması, fitneye kapı aralayacak söylem ve eylemlerden uzak durulması gerektiği şeklinde gelirse, bunu şiddetle reddederek o ilim erbabını cahillikle veya o gruplara karşı yumuşak davranmakla suçlamaya başlarlar. Halbuki onların bekledikleri cevap; o grupların kafir, fasık veya bidat ehli oldukları, terk edilmeleri, onlardan selamın sabahın kesilmesi, hatta gerekirse “münkeri elle değiştirme” kabilinden olarak onlara karşı fiili bir müdahale girişilmesinin gerekliliği yönündeydi.

(Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır)[19] ve

(Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun)[20] ayetlerinde işaret edilen denge ve insaf sağlanamaz ve/veya korunamazsa, kişinin grubu, cemaati veya mezhebinden olanların büyük günahları küçük, başkalarının küçük günahları da büyük günahlardan sayıla durur. Arapların bir atasözünde şöyle denmektedir:

"كذاب ربيع خيرمن صادق مضر

“Rebi’in (bir Arap kabilesi) yalancısı, Müderr’in (bir Arap kabilesi) doğru sözlü olanından daha hayırlıdır.”

Doksanlı yıllarda PKK-İlim arasındaki kavgada veya İlim’inMenzil’e saldırıları neticesinde meydana gelen fitne ortamında, okula giden öğrenciler, o gün okulun kapısında “tağutun bekçileri” diye tanımladıkları polisleri görselerdi derin bir nefes alıyor, kendilerini güvende his ediyorlardı. Yok, eğer polis yoksa o zaman da Müslüman diye bildikleri kimselerin satır ve sopalarından nasıl korunabileceklerinin bin bir hesabını yapmaya başlarlardı. Polisler, “elinden ve dilinden emin olunma sıfatını haiz” olmaları gereken sözüm ona Müslümanlardan çok daha fazla sığınılacak bir merci haline gelmişlerdi. Vasıl b. Ata’nın hikâyesiyle ne kadar da benzeşiyor!

Tarihin genel yasalarına göre Müslümanlar rahatlık ve ferahlığın egemen olduğu dönemlerde aralarındaki sorunlarla meşgul olmuşlar, dışarıdan bir sorunla karşılaştıklarında ise kendi iç sorunlarını bir kenara bırakmışlardır. Bugünkü İslam âlemi manzarası ise maalesef daha vahim bir tablo sergilemekte; zayıf oldukları halde, eskiden olduğu gibi harici düşmanlarına karşı birleşeceklerine, mezhep çatışmalarından, kavmiyet ve toprak kavgalarına kadar envai türlü iç çekişmelere sahne olmaktadır. Gaflete düşüp kendisini çepeçevre kuşatan tehlikeleri umursamaz bir hale geldiklerinde, Allah, düşmanlarını başlarına musallat etmiştir. Tâ ki bütün acı tecrübelerden dersler çıkarıp daha önemli olan konularla iştiğal edene ve ümmetin vahdet ve maslahatı için çalışana kadar…

İhtilaf ve İftirak:

a)     İftirak kelimesi, cemaat, toplanma ve toplamanın zıttıdır. “Fark”(الفرق) parça, “iftirak” da parçalanmadır. Bir şeyin parçası ondan ayrılan kısımdır. Tefrika ise parça parça etmektir. Bu manayla ilgili bazı ayet ve hadisler:

)وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ(

(Allah’ın ipine sımsıkı sarılın iftiraka, tefrikaya düşmeyin)[21] denmektedir. Yine bu manaya işaret eden başka bir ayet de şudur:

)فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ(

(Bunun üzerine deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.)[22]

Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

(البيعان بالخيار ما لم يتفرقا)

(Alıcı ve satıcı ayrılmadıkları sürece (kabul veya ret konusundaki) tercih hakları bakidir.)[23]

Buradaki ayet ve hadislerden şöyle bir sonuca varmak mümkün gibi görünüyor: İftirak, hem düşünsel hem de fiziksel ayrılmanın beraberinde olduğu bir ayrılma, dağılma ve parçalanma iken, ihtilaf ise daha çok düşünsel anlamdaki bir ayrılma için kullanılmaktadır. Bu yüzden de iftirak ve fırka kavramları; ‘el-Milel ve’n-Nihel’ veya ‘el-Firek’ gibi adlarla yazılmış ve ümmetin her türden grup ve mezheplerini konu edinen eserlerde akidevi farklılaşmadan ötürü fiziki olarak “Müslüman topluluğu”ndan ayrılan veya o topluluğa ait olmayan düşünceleri oraya katan grup ve mezhepler için kullanılmaktadır.

b) İhtilaf kelimesinin kökenini oluşturan (خ-ل-ف)maddesi Arapçada üç temel manada kullanılmaktadır:

1. Bir şeyin başka bir şeyin ardından gelmesi ve onun yerine ikame olması:

)وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ خِلْفَةً(

(O, gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır.)[24]

)وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَائِفَ الْأَرْضِ(

(O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.)[25]

2. Ön’ün zıttı:

)يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ(

(O, önlerinde ve arkalarında olanı bilir)[26]

3. Değişim:

(ولخلوف فم الصائم أطيب عند الله من ريح المسك(

(Oruçlunun değişen ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.)[27]

Bu manalardan konuyla alakalı olanı birinci manadır. ‘İnsanların ihtilaf etmesi’ demek, onlardan her birinin başkasının görüşünü bertaraf edip kendi görüşünü onun yerine ikame etme çabasındadır.

a)      ‘İhtilaf’ Kavramının Terim Manası:

Fıkıh ilminde, İlmü’l-Hilaf adıyla bilinen ve bir fakihin istinbat ettiği hükümlere, başka birinin özel bir delile dayanmayıp sadece tabi olduğu imamın görüşüne dayanarak karşı çıkmasını ele alan bir ilim dalı için kullanılan bu kelime, Kuran terminolojisini ele alan El-Müfredat adlı eserin sahibi Rağıp el-İsfehani tarafından şöyle tanımlanmıştır: “Hilaf, ihtilaf ve muhalefet, her bir şahsın fiil, hal ve duruşunda, başkasından ayrı/farklı bir yol takip etmesidir.”[28]

‘İhtilaf, hilaf’ kavramları daha çok fıkıh ilminde kullanılırken, ‘firak, iftirak, fırka’ kavramları ise daha çok akide-kelam ilminde kullanılmaktadır.

ولهذافرقبعضالفقهاءبينالخلافوالاختلاف،فالخلافيكونفيماهومذمومويؤديإلى

( النزاعوالمشاحنة،أماالاختلاففهومحمود،ويعدرحمةللناسلتيسيرالأمورعليهم.(

Hilaf ile ihtilaf kelimelerinin kullanım yerlerinin farklı olduğunu savunan âlimler de vardır. Onlara göre hilaf kelimesi, olumsuz bir mana içermekte ve çekişme ve çatışma için kullanılmaktadır. İhtilaf kelimesi ise, olumlu bir mana içermekte ve insanların yaşamlarının kolaylaştırılması açısından onlara rahmet cihetiyle kullanılmaktadır.

b)     ‘İftirak’ Kavramının Terim Manası:

İftirak kelimesi değişik manalarda kullanılmaktadır:

1. İftirak ve ihtilaf kelimeleri dini parçalama manasında aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Örnekleri:

(وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تفرقوا)

(Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın.)[29]

)وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ تَفَرَّقُواْ وَاخْتَلَفُوا(…

(… parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın)[30]

)إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُواْ دِينَهُمْ وَكَانُواْ شِيَعًا لَّسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ(

(Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.)[31]

(إنما هلك من كان قبلكم من الأمم باختلافهم في الكتاب)

(Sizden öncekiler kitaptaki anlaşmazlıklarından ötürü helak oldular.)[32]

2. Müslüman topluluğundan, İslam ümmetinden ayrılma: Bu ayrılmadan kastın ilânihaye küfür olduğu kanısı doğru değildir. Çünkü “fırka”nın tanımını yapan bazı âlimler fırka; “ aynı dini paylaştığı kimseden akidevi bazı konularda küfre götürmeyecek şekilde bazı yönlerle ondan ayrılan cemaattir” şeklinde tanımlamışlardır.[33]

Bu konuyla ilgili kavganın ve kırılmanın başladığı önemli noktalardan biri, “Müslüman cemaat”, “İslam ümmeti” kavramlarının kime dendiği, kimlerin bu dairenin içinde ve kimlerin dışında kaldığı hususudur.

Herkes “ben” diyor, kapıları kendinden olmayana kapatıyor. Akidevi konulardan siyasi konu ve stratejilere, düşünsel farklılıklardan metotsal farklılıklara, içtihadî konulardan kültürel konulara varana kadar yaşanan farklılıklar, birilerinin kendini ‘Müslüman topluluğu’ dairesi içinde, başkalarını da dışında görebilmektedir. Ehli Sünnet, Şia, Mutezile, Eşarî, Maturidî, Kurancılar, Felsefeciler, Tasavvuf ehli, Selefiler vs. vs. her biri kendini İslam dairesi, diğerlerini bu dairenin dışında sayabilmektedir.

“Müslüman topluluğu” içinde yer almayanların “gayr-i Müslim topluluk” içinde olmaları gibi bir zorunluluk var mıdır? “Ya bizdensin ya da diğerlerinden”, “ya siyah ya da beyaz” şeklinde iki seçenekten biri olunmak gibi zorunlu bir tercih mi vardır? Şer’i teklifler nasıl ki sadece helal ve haramdan müteşekkil değilse ve bu iki nokta arasında da mekruh, mendup, vacip gibi hükümler varsa, din nezdinde de insanlar, sadece Müslümanlar ve kâfirler olarak kategorilendirilemezler; bunlar arasında kalan fasık, facir, zalim gibi kategorilerin yanı sıra, mümin, müttaki, salih, muhlis vb. kategoriler de mevcuttur.

Bu parçalanmışlığın altında yatan en önemli nedenlerden biri “Fırka-ı Naciye” veya “73 Fırka” adıyla bilinen hadislerdir. Bu hadislerden biri şudur:

(Sizden önceki Ehl’i-Kitap 72 fırkaya ayrıldı, bu millet ise 73 fırkaya ayrılacaktır. 72 tanesi ateşte, bir tanesi cennettedir. O da cemaattir.)[34] Başka ravi ve rivayetler olmakla birlikte bu hadisin ravisi Muaviye b. EbiSüfyan… Sahabe arasındaki savaşın, belki de kıyamete kadar devam edecek olan ayrılıkların ve hilafetin saltanatla tebdil edilmesinin en önemli siması…

Ayrıca hadisin versiyonlarından birinin ravisi “Nassabi” olan Ezher b. Ebu Abdullah’dir. Nassabi, İmam Ali’yi (r.a.) tekfir eden kimsedir. Bunun da bir yere not edilmesi gerekiyor. Sünni muhaddisler şii olan ravilerden hadis almamaya özen gösteriyorlarsa, ya da “müteşeyy’i” (Şiileşme temayülü gösteren kimse) olanların hadisini alırken hassas davranıp “bu ravimüteşeyyi’dir” diye de siciline not düşüyorlarsa, bu tür Nassabi olan Ali (r.a.) karşıtı kimselerden de hadis almamaları gerekmez mi? Ğülattan olmayan Şiilerin en büyük iddiaları, hilafetin Ebu Bekir’ın (r.a.) değil Ali’nin (r.a.) hakkı olduğu şeklindedir. Bu iddia tamamen yanlış ve batıl farz edilse bile, bir nasibinin İmam Ali’yi (r.a.) tekfir etmesi kadar büyük bir vebal ve yanlışlık değildir kesinlikle. Hal bu iken, vebali ve yanlışlığı büyük olanın hadislerinin kabul edilmesi, -vebal kabul edilse bile- vebali ve yanlışlığı daha küçük olanların hadislerinin kabul edilmemesini anlamak kolay değildir.

Hadis, Ehl-i Kitabın yaşadığı parçalanmışlığı haber verdikten sonra bu ümmetin yaşayacağı parçalanmışlığı haber veriyor. Ehl-i Kitabın parçalanmışlığını anlamak zor değil; çünkü onlar kutsal kitaplarını tahrif ederek “dinlerini parçalayıp parça parça”[35] oldular. Ancak Müslümanlarda böyle bir sorun, kutsal kitabın tahrif edilmesi gibi bir sorun yok. Müslümanların böyle bir sorunu olmadığına göre, akıbetleriyle ilgili olarak da Ehl-i Kitap gibi olmalarının kaçınılmazlığı şeklinde tarihsel determinizm yaklaşımı da doğru değildir. Ehl-i Kitabın kendi dinlerinin temelini tahrip ve tahrif etmeleri gibi bir sorun Müslümanlarda olmamakla birlikte, Müslümanlar, kendi ürettikleri bazı dinsel söylemlerinde Ehl-i Kitabın dinsel söylemleriyle paralel bir durum sergiledikleri bir vakıadır. Binaenaleyh; Ehl-i Kitabın parçalanmışlığı dinlerinin temelleriyle oynamalarından kaynaklanırken, Müslümanların parçalanmışlığı dini yanlış anlama ve yorumlarıyla geliştirdiği dinsel söylemlerinden kaynaklanmaktadır.

Bu kabilden hadislerin hiçbiri Buhari, Müslim ve Nesai'de yer almazken, Tirmizî’nin sahih olarak kabul ettiği rivayet ise, ‘tek bir fırka hariç, hepsi cehennemdedir’ ilavesi bulunmamaktadır. "El-Fasl" adlı eseriyle ümmet içinde doğmuş grup ve mezhepleri inceleyen İbnHazm' da bu hadislere karşı çıkmakta ve bu eserini 73 fırka esasına göre tasnif etmemektedir. Aynı şekilde Eş'ari de "Makalat'ül-İslamiyyin" adlı eserinde bu hadislerle ilgili olumlu veya olumsuz bir görüş belirtmemekte, o da eserini 73 fırka esasına göre tasnif etmemektedir.

73 rakamının sayısal gerçek bir değer olduğunu savunanlar, İslam tarihinde ortaya çıkan grup ve mezheplerin bu rakama denk gelebilmesi için çalışmış olsalar da, beyhude bir çabanın içine girmişlerdir. Çünkü ortaya çıkan ve daha da çıkmaya devam eden/edecek olan grup, mezhep sayısı bu rakamın çok ötesindedir. Bu itibarla 73 rakamının belirli bir sayıyı değil, çokluk ifade ettiğini savunanlar daha tutarlı görünmektedirler. 73 rakamının dışında hadisin asıl sıkıntılı kısmı “Fırka-i Naciye”, yani “kurtulanlar fırkası” olarak bilinen ve bir tanesinin cennetlik olduğu yönündeki rivayet şeklidir.

Bu konuyla ilgili rivayetler şu şekilde tasnif edilebilir:

1. Ümmetin sadece kaç fırkaya ayrılacağını haber veren rivayetler (Tirmizî, EbûDâvûd, İbnMâce, Nîsâbûrî, Beyhakî, İbnHibbân).

2. Bir fırkanın Cennette, diğerlerinin ateşte olacağını ifade eden rivayetler (Dârimî, Ahmed b. Hanbel).

3. Cennette olacak fırkanın belirleyici kimliğini açıklayan rivayetler (EbûDâvûd, İbnMâce, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Nîsâbûrî).

4. Tüm fırkaların Cennette, sadece birinin ateşte olacağını bildiren rivayetler (Aclûnî, Suyûtî, Aliyyü’l-Kârî’, İbnArrâk).[36]

73 fırka hadisiyle amel etmek isteyen ve onu şiar edinen her grup, bir şekilde parçalanmanın bir öğesi haline gelmek zorundadır. Çünkü her grup kendisinin fırka-i naciye olduğu, diğerlerinin ise fırka-i naciye olmadığına kendisini inandıracaktır. Bu da doğal olarak diğerlerinin de kendilerinin fırka-i naciye olduklarını ispatlamaya sevk edeceğinden, çekişme ve ayrılıkların artarak devam etmesine yol aralamaktan başka bir şeye hizmet etmemiş olacaktır. Herkes bu kabilden hadislerin son kısmından olabilmek, fırkay-ı naciyeden olup bir an önce cennete gidebilmek umuduyla farkında olarak veya olmayarak ilk kısmının tecelli etmesi için alabildiğince çalışmakta, ümmeti paramparça etmektedirler.

Bu kabilden hadisler yaklaşık sekiz değişik ravî zincirine sahiptir. Bu rivayetler arasında en makul olanı Ebu Hüreyre’den (r.a.) gelen rivayettir ve ‘hasen hadis’ olarak nitelendirilmektedir. Bu rivayette de “biri hariç hepsi ateştedir” eki yoktur. Bu hadisin ravileri arasında Muhammed b. Amr el-Leysî bulunmakta olup hadis terminolojisinde ‘vehimleri olan saduk kimse’ şeklinde bilinmekte, “… Ebu Seleme’den O da Ebu Hüreyre’den” şeklindeki rivayet zinciriyle sadece kendisi rivayet etmiştir. Bu yüzden Müslim, onun başka ravilerden yaptığı rivayetleri eserinin asıl kısmında değil, ‘mütabaat’ kısmında yer vermesine rağmen bu rivayetini ‘mütabaat’ kısmında bile zikr etmemiştir.[37]

Bunun yanı sıra bu hadis ümmetin parçalanmasının bir sebebi midir yoksa sonucu mudur? Yani bu tür hadisler olduğu için mi ümmet parçalanmıştır yoksa ümmet parçalanacağı için mi bu tür hadisler dile getirilmiştir? Hangi şekil olursa olsun parçalanmışlığa taraf olanlar, parçalanmışlıklarına bu tür hadisleri referans olarak göstermektedirler.

Hadisin tüm rivayet şekillerinin sened ve metin açısından sahih olduğu varsayılsa bile, ‘evleviyat (öncelikler) fıkhı’nın bir gereği olarak, ümmetin bu kadar bölük pörçük olduğu bir dönemde bu tür rivayetler yerine, Müslümanların arasının sulha erdirilmesi, gönüllerin birbirine ısındırılması, dayanışma ve yardımlaşmanın ön plana çıkarılarak arttırılması, ihtilaf ve iftirak noktalarından ziyade ittifak noktalarının gündemde tutulması gibi bir stratejinin izlenmesi tüm ümmetin maslahatına olacaktır. Kanser gibi ağır bir hastalığa duçar olmuş birisinin yanında, yakalandığı amansız hastalığın tehlike boyutlarını ve muhtemel sonuçlarını mı anlatmak gerekiyor yoksa hastalık ve vardığı derece ne olursa olsun ona moral vermek, psikolojik dahi olsa onu rahatlat mı? Parçalanmışlık illetinin her türlüsünü en alasıyla yaşamakta olan ümmetin gündemine bu tür hadisleri mi yoksa kardeşlik, birlik, ittifak gibi konuları ihtiva eden ayet ve hadisleri mi oturtmak gerekiyor? Bu tür hadisler, “aman parçalanmayın, bölünmeyin” gibi bir ikaz içerdiği muhakkak olmakla birlikte, bu hadisle istidlalde bulunanlar, hadisin bu boyutundan ziyade, ‘kurtulan fırka’ kısmını daha çok ön plana çıkarmakta ve o fırkanın da kendisi olduğunu iddia etmektedir.

Ezher Üniversitesinin eski müdürlerinden Şeyh Ahmed Hasan el-Bakuri şöyle diyor: “Gerçek şu ki İslam, mezhepler arası tevhidi istemiyor. Ancak mezhepler arasında düşmanlık dercesine varacak kadar bir ayrılığın oluşmasına da şiddetle karşı çıkar. Çünkü mezhepler iki nedenden ötürü ortaya çıkmışlardır: Ya ihtimalleri olan naslar, ya da muhtelif akıllar. Öyleyse bunlar olduğu sürece mezheplerin tevhidi ihtimal dâhilinde değildir.”

Suriyeli büyük âlimlerden Şeyh Tantawi de diyor ki: “Mercuh (Tercih edilmeyen) görüşle amel etme üzerine birleşmenin vereceği zarar, helali haram kılmayan, vacibi ortadan kaldırmayan ve dinin esaslarından olmayan fer’i meselelerde racih (tercih edilen) görüşle amel etme üzerine birleşmek için safları bölmekten ve Müslümanlar arasına ihtilafı düşürmekten daha az zararlıdır.

İftirak ve İhtilaf Kavramları Arasındaki Bazı Farklar:

1. İftirak, ihtilaftan daha öte, daha kapsamlı ve daha şiddetli bir kavramdır. Dolayısıyla her iftirak ihtilafken her ihtilaf iftirak değildir.

2. İftirak, genellikle deliller hakkında bilgi sahibi olunduktan sonra meydana gelir. Ehl-i Kitap’la ilgili şu ayette buna işaret edilmektedir:

(Allah katında din, ancak İslam dinidir. Kendilerine kitap verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık ve haddini aşma yüzünden ihtilafa düştüler)[38]

(Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın.)[39]

3. İftirak, sahibinin helaka götürürken, ihtilafın böyle bir sonucu doğurması şart değildir. Çünkü ihtilaf yanlış anlama, yanlış yorumlama veya cehaletten meydana gelmektedir. Bir hadiste;

(İhtilafa düşmeyiniz, çünkü sizden öncekiler ihtilafa düştüklerinden helak oldular)[40] deniyor.

(Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.)[41]

4. İftirakın her türlüsü kötü iken, ihtilafın bazısı iyi bazısı da kötüdür. Müçtehitlerin,âlimlerin ihtilafları gibi... Bu tür ihtilaflarda işin ehli olan kişi içtihadında yanlış bile yapsa ecir sahibidir. Bu yönde bir teşvik olmamış olsaydı, hiçbir âlim yanlış içtihatta bulunup da günaha girme tehlikesinden ötürü içtihada yeltenemezdi.

5. İhtilafa yol açan kimse müçtehitse mazur sayılırken, hatta ecir sahibi olabilecekken, iftirak sahibi müçtehit dahi olsa mazur sayılmaz. Dolayısıyla ihtilaf, yeri geldiğinde ümmete bir rahmet olabilirken, iftirak, ümmete zahmet ve meşakkati getirir.

6. İftirak, daha çok akidevi konular gibi dinin sabiteleri ile ilgili iken, ihtilaf, dinde müteğeyyirat olarak kabul edilen, farklı düşüncelere açık konular hakkında olmaktadır.

İftirak ve ihtilafın Nedenleri:

1. İslam’ın kaynakları hakkında yeterli donanıma sahip olmamak veya onları fasit bir teville tevil etmek.

2. Bid’atleri din/şeriat yerine ikame etmek ve din adına aşırılık.

3. Kişinin kişisel görüşünü Kuran ve sünnetin önünde görmesi veya öncelemesi.

4. Dine rağmen din uğruna cedel, niz’a ve düşmanlıklar.

5. İktidar, makam tutkusu, ön plana çıkma hırsı.

6. Mezhepsel, grupsal, kavimsel taassup.

7. Kör taklitçilik.

8. İslam düşmanlarını taklit, onlara özenme ve onların sünnetlerine uyma.

9. Âlim veya ehil yöneticilere haksız olarak karşı çıkmak, aleyhlerinde propaganda yapmak.

10. Güçlü bir irade gerektiren uzun soluklu ve yorucu bilimsel çalışmalar yerine, önceki âlimlerin emeklerini mirasyedi marifetiyle tüketmek.

11. Muhalif kabul edilen kesimle ilgili yapılan spekülasyonları doğru sanıp üzerine gitmeme ve doğruluk derecesini araştırmama. 

(Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.)[42]

Oysaki şu aşamalara dikkat emek gerekir:

            a. Yapılan spekülasyon doğruluğunu araştırmak,

            b. Doğruysa, yapılan yanlışın nedenini araştırmak,

            c. Yapılanın karşı tarafın dünya görüşü, mezhebi vs. açısından yanlış olup olmadığına bakmak, haklılık payı varsa hakkını teslim etmek,

            d. Her şeye rağmen haksızsa, bunu fitneye yol açmayacak şeklide hikmet ve güzel sözle dile getirmek.

Ancak bu aşamalara gerek duymaksızın gelen her haberi doğru kabul edip karşı tarafa en galiz ifade ve yöntemlerle saldırmak müminin şanından değildir.

12. Kuran, sünnet ve temel dini kaynaklardan ziyade, cehaletin bir sonucu olarak sloganlara dayanan bir dinsel söylem geliştirmek.

13. Söylenen veya yapılan bir fiilin ne tür bir sonuç doğuracağını ifade edene müvazenat fıkhı ile işleri öncelik sırasına göre tanzim eden evleviyat fıkhından bîhaber olmak.

14. Görsel ve işitsel iletişim araçları vasıtasıyla “vasat ümmet” çizgisini muhafaza edenlerden ziyade fundamentalist çizgide bulunan söylemlerin daha çok pazarlanıyor olması.

15. Dış mihrakların gerek kendi çabaları ve gerekse içerideki münafık veya saf Müslümanlarla iş tutarak İslam binasını parçalama gayretleri.

Münker olana karşı çıkmanın, hatalı olanın düzeltilmesini istemenin dini temelleri vardır. İyiliği emretmeyi, kötülükten de sakındırmayı ihtiva eden onlarca ayet, münkerin elle veya dille değiştirilmesi, olmadı kalple hoşnutsuz olunmasını konu edinen hadis[43], en büyük cihadın zalim yöneticiye hak sözün söylenmesi şeklindeki diğer bir hadis[44] ve daha onlarca ayet ve hadis, münkerin tashih edilmesinin gerekliliğinin dini temellerini oluşturmaktadır. Bu temellerden hareketle, herhangi bir münkerin tashih edilmesinin lalatayn ve gelişi güzel olacağını, isteyenin istediği konuda ve istediği şekilde münkeri tashih edebileceğini düşünmek akla ziyan olacağı gibi, mezhebsel, grupsal, ırksal taassup, enaniyet, haset gibi marazi hasletlerle böyle bir ameliyeye girişmek de dini temellerden yoksunluğun bir sonucudur. Dolayısıyla bunun da belli bazı adap ve ahlaki temellere dayanması gerekmektedir.

Münker / Muhalif olanı tashih etmenin adaplardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

1- Karşı çıkmanın ihlâslı bir şekilde ve konunun ehli olanlar tarafından yapılması.

2- Müslümanlar arası kardeşlik hukuku ile ümmetin birlik ve ittifakının her türlü maslahatın üstünde olduğu bilincinde olunması. Namaz, cami, cuma, cemaat, zekât, oruç, hac, cihat, infak, sadaka, taziye, bayramlar vb. en temel ibadetlerin sağlamaya çalıştığı maslahatların başında birlik ve kardeşlik hukukunu ortaya koymak ve korumaktır.

Allah-u Teâlâ, bazı münafıkların öncülük ederek yaptırdığı mescidin hangi gaye ile inşa edildiğini Peygamber’e (s.a.s.) iletir.

(Zarar vermek, inkârı (pekiştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescit edinenler ve; 'Biz iyilikten başka bir şey istemedik' diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.)[45]

Müslümanlar arası uhuvvet müessesesini teşkil eden ve o müessesenin yerli yerince oturması için çabalayan Peygamber (s.a.s.), bu ayetin nüzulünden sonra, Küba civarında inşa edilmiş bu ‘Zarar Mescidi’nin yerle bir edilmesi talimatını verir. Çünkü bu yapı, içi boşaltılmış, hatta cam’i, cemaat, toplanma yeri, topluluğun sembolü olma gibi asıl amacının tam zıttı bir amaca, çiçeği burnunda bu İslam topluluğunu parçalama amacına hizmet etmek için inşa edilmişti. Bu mescit, Küba veya Mescid-i Nebevi gibi “temelleri ilk günden takva üzerine” değil, nifak ve küfür üzerine yükseltilmiştir. Burada kastedilen her iki caminin taşları, duvarları vs. inşaat malzemeleri değil, hangi niyet ve gayeler için inşa edildiğidir. Din kardeşliği, Müslümanlarla velayet, gayri Müslimlerle de beraatın üzerine yükseldiği en muazzam bağdır. Bu bağa kast eden İslam’ın en önemli şiarlarından olan cami kisveli fitne merkezleri bile olsa yok edilmeliydi.

Ancak bu mescit görünümlü ‘fitne yuvası’nı yıktıran en-Nebi (s.a.s.), bugün bazı Müslüman kisveli kişi ve grupların yaptığı gibi, o yapıyı başlarına yıkmadı, kat’i surette münafık olduklarını bildiği o kimseler içerideyken yıkım emrini vermedi. Ama bugün bazı İslami unvanlarla anılan bazı kişi ve gruplar, dine değil,  gruplarına olan imanın kuvveti ve muhalif tarafa olan adavetin şiddeti neticesinde bombalarla, kendi camilerinde ibadet eden yüzlerce muhalifin başlarına camileri yıkılmakta, onlarca, yüzlerce Müslümanın canı heder edilmektedir.

 Bu itibarla her dem Müslümanlara lazım olan şudur:

(Mümin mümine karşı birbirini sıkı sıkıya tutan binalar gibidir diyen Allah’ın Resulü (s.a.s.) parmaklarını birbirine geçirdi.)[46]

(Birbirlerini sevmede ve merhametli olmada müminlerin örneği bir vücut gibidir. Ondan bir aza şikâyette bulunduğunda, vücudun diğer azaları ateş ve uykusuzlukla ona yardıma koşar.)[47]

Birliğin korunmasının elzemliği ile ilgili olarak Harun’un (a.s.) Musa’ya (a.s.) söylediğini ihtiva eden şu ayet ne kadar da manidardır:

(Dedi ki: 'Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin: 'İsrail oğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin' demenden endişe edip korktum.')[48] Peki, Harun (a.s.) bunu Musa’ya (a.s.) neden söylüyor? Ona bakmak lazım:

(Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, 'İşte bu sizin ilahınız, Musa'nın ilahı da budur; fakat (Musa) unuttu' dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? Andolsun ki Harun, daha önce onlara, ey kavmim demişti, siz bununla sınanmadasınız ancak ve şüphe yok ki Rabbiniz rahmandır, bana uyun ve emrime itaat edin. Demişlerdi ki: 'Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.')

Harun (a.s.), buzağıya taparak Allah’a şirk koşmuş olan kavmini, bu çirkin fiillerinden ötürü uyarmakla birlikte, öyle anlaşılıyor ki buzağıya tapanlar ile tapmayanlar diye bir ayırıma gitmiyor. Bunu da Musa’nın (a.s.) kendisine “'İsrail oğulları arasında ayrılık çıkardın” dememesi, kavimleri arasında tefrikanın yaşanmaması için yapmıyor. Şirk gibi en büyük günaha bulaşmalarına rağmen tefrikadan uzak duran Harun’un (a.s.) durumuna karşılık, İslam âleminin çok basit içtihadi ve konjonktürel konularda bile yaşadıkları tefrika karşısında durup düşünmemek elde değil.

Kalplerin kaynaştırılarak dayanışmanın sağlanması ve Müslümanlar arası ıslah, her şeyden önce imanın bir gereğidir. Bunun için de (Ali İmran: 103), (Nisa: 146), (En’am: 48), (A’raf: 35, (Enfal: 1- 61-62) gibi ayetlere bakılabilir.

3- Kimliğine, yaşına, uyruğuna, cinsiyetine, düşüncesinin aykırılığına bakmaksızın tarafların tümünün sabırla dinlenmesi. Bir peygamber olmasına rağmen Peygamber’in (s.a.s.) sahabesiyle istişare etmesi, aralarındaki sorunlarda herkese kulak vermesi bunun en güzel örneğidir. Bedir’de kafilenin kaçırılmasından sonra gelen Kureyş ordusuyla savaşılması konusunda Muhacirler tam destek verdikleri halde Peygamber (s.a.s.) Ensar’ın ne diyeceğini bekliyordu. Ensar’ın ileri gelenlerinden Sad b. Muaz (r.a.) kalkıp tam desteklerini beyan ettikten sonra Peygamber (s.a.s.) savaş kararı alır.

4- Karşı çıkılan konunun, muhalifin kendi kaynaklarında ve çerçevesi iyi tespit edilerek ortaya konması.

5- Muhalife karşı çıkılırken bir taraftan adalet ve insafın, diğer taraftan da güzel üslubun elden bırakılmaması. Çünkü Kuran ve sünnetin adabında “ey kâfirler”, “ey fasıklar”, “ey zalimler”, “ey …” şeklinde, karşı tarafın hoşlanmayacağı bir hitap şekli yok denecek kadar azdır.  Kuran, hitap ettiği kitle müşrik, kâfir, münafık vb. olmasına rağmen Kafirun suresinin dışında, mezkûr şekillerdeki bir hitap şeklini benimsememiştir. Kâfir ve münafıklar için kullanılmayan böyle bir üslubun, muhalif olduğu düşünülen özel veya tüzel kişilikteki Müslümanlara yönelik kullanılmasının savunulur bir tarafı yoktur.

(De ki: 'Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda ortak (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.' Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.')[49]

(İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: 'Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz.)[50]

İslam dışındaki insanlarla diyalog bu vb. yöntemlerle kuruluyorsa, kurulması gerekiyorsa, İslam dâhilinde ama farklı mezhep, cemaat, örgüt vb. yapılara mensup Müslümanlar arası diyalog ve iletişimin keyfiyetinin çok daha hassas ayarlarla yapılması gerektiği son derece bedihîdir. 

Bu hassas ayarları sağlayan kriterlerden biri empatidir. Empatinin kurulabilmesi için de şu üç şartın tahakkuk etmesi gerekir:

1. Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla bakmak,

2. Karşıdakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak ve hissetmek,

3. O kişiyi anladığını ona ifade etmek.[51]

Empatinin dini temellerinden biri şu hadistir:

(Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz.)[52]

Ancak İslam, Müslümanları bu noktada da tutmaz; daha ötesi olan “îsar” kavramıyla uhuvvetin en âlâ zirvesine taşır. O da, kendisine gerekli olan bir şeyden vazgeçip kardeşi için onu terk etmesi ve onu kardeşine vermesidir. Yani kardeşinin maslahatını kendi maslahatına öncelemesi ve kardeşinin maslahatı için kendi maslahatından vazgeçmesidir.

Diğer taraftan Mescid-i Nebevi’yebevleden bedevinin yaptığı bu muhalefete yönelik sahabenin takındığı katı üslup ile Peygamber’in (s.a.s.) takındığı hikmet ve zarafet dolu üslup arasındaki bariz farkın hatırdan çıkarılmaması gereken vakıalardandır.

Üslup konusunda şu iki vakıa da zikre değerdir:

Firavun en yetenekli sihirbazları topladıktan sonra Musa’ya (a.s.) hodri meydan diyor. Musa (a.s.), sihirbazlarla karşı karşıya gelince sihirbazların kendisine olan çağrıları da, kibir ve düşmanca değil, narin ve ince bir üslupladır. Diyorlar ki:

 

(Dediler ki: 'Ey Musa (ilkin) sen mi atmak istersin, yoksa biz mi atalım?' (Musa:) 'Siz atın' dedi.)

Musa (a.s.) onlara göre azılı bir düşman durumunda. Buna rağmen edep ve nezaket kurallarından ödün vermemektedirler. Belki de nefislerindeki bu incelikti onlara hidayete erme şerefini kazandıran. Akide kardeşi olan Müslümanların birbirlerine karşı sergiledikleri düşmanca tavra ne demeli?!

6- Muhalife, hatasından dönebilme şansının verilmesi ve kapıların sürekli açık tutulması. Çünkü tevbe ve pişmanlık kapıları ölüm anına kadar kapanmaz. Allah’ın kapatmadığı bir kapının, kullarca kapatılması düşünülemez.

(Âdemoğullarının tümü hatalıdır, hatalıların en hayırlısı ise tevbe edenlerdir.)[53]

Tevbe, kişinin maziden kopması ve yeni bir sayfa açması, ıslah ise bozulan sayfaları aksi, yani salih amellerle imar/tamir etmesidir. Ölüm anı gelmeyene kadar bu imkân vardır. Ölüm anı geldiğinde kişinin maziden kopması mümkün olsa bile, yeni bir sayfa açması ve o sayfayı ıslah ile imar etmesi imkânsızdır. Çünkü artık açılabilecek hiçbir sayfa kalmamıştır.

7- Muhalifin, sadece muhalif olmasına yol açan vasfının dile getirilmesi ve kişiliğine dil uzatılmaması.

8- Tarafların her birinin kendisinin yanlış, karşısındakinin de doğru ve haklı olabilme ihtimalini taşıması. Bu şekilde bir yaklaşım, işin başından tarafların her birinin kendisinin yegâne doğru ve mutlak manada haklı olduğu şeklindeki bir kanaatin bertaraf edilmesini sağlar. Kendisine de hata payı bırakması halinde, muhtemel hatasının telafisi veya doğruluk üzerinde bile olsa daha doğru olan için çalışması gerektiğine inanır ve bununla uğraşır.

(Kendi ayıbıyla olan meşguliyeti, kendisini başkasının ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye müjde olsun.)[54] Kendisinde hata görmeyen, tek doğru sahibinin sadece kendisi olduğunu savunanların hatalarını görmeleri ve onların tashihi için uğraşmaları beklenemez.

(O halde ya biz veya siz, (ikimizden biri), doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindeyiz.)[55] Üsluptaki alçak gönüllülüğün, zarafetin, karşısındakine değer verme ve insan yerine koymanın vardığı seviye, son derece calib-i dikkattir. Bir taraftan Allah’tan vahiy alan, Rabbine, peygamberliğine, davasının haklılığına, diğer taraftan muhatapları olan müşrik, kâfir ve Ehl-i Kitabın iddialarının haksız ve batıl oluşuna miskal-i zerre kadar kuşku duymayan Peygamber’in (s.a.s.) ağzından dökülüyor bu ayet… Bu üslup, kâfir, müşrik veya Ehl-i Kitap dahi olsa muhalif olan kimseyle konuşmanın, diyalog kurmanın en medeni yoludur. Bu, ister onlarla insanlık ortak paydasında buluşma namına, ister de İslam tebliğinin onlara ulaştırılması namına olsun üslup aynıdır.

9- Hak ortaya çıktıktan sonra tarafların kendi görüşlerinde inat etmemesi, kimden gelirse gelsin haktan yana olunması, kalpte hakka karşı bir hoşnutsuzluğun oluşmaması.

(Hayır, öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.)[56]

10- Muhalefet konusunun açık, sahih, muhalifin anladığı şekilde yorumlanma imkânının olmadığı, delillerle ve konunun dışına çıkmaksızın irdelenmesi. Bu minvalde kelam/akide kitaplarında, ümmetin bölük pörçük olmasına yola açan nice konu, siyasal, stratejik, konjonktürel, yoruma açık konular olmasına rağmen akidenin temel konuları arasında değerlendirilmekte, tarafların her biri kendini merkeze alıp diğerlerini bertaraf etmektedir. Hilafet, imamet, hilafetin Kureyş’te olmasının gerekliliği, Allah’ın sıfatları, mehdilik, kıyametin alametleri, rü’yetüllah (Allah’ı görme), akıl-vahiy münasebeti vb. pek çok konu bu kabilden konulardır. Bu konuların bazılarını ele aldığı Mecmuetü’r-Resailadlı eserinde son derece itidalli bir üslup kullanan Üstad El-Benna, nihayette bu kabilden ihtilafların inatlaşma ve kavgaları, birinin diğerini küfür veya fıskla itham etmesini gerektirmediğini, günümüzde ümmetin asıl ilgilenmesi gereken konunun safların birleştirilmesi olduğunu ifade etmektedir.[57]

İcraatları da buna şahitlik etmektedir. Günün birinde bir köye giden El-Benna, köylülerin ezanın keyfiyeti, nasıl okunacağı konusunda önemli bir ihtilafa düştüklerini görür. Bunun üzerine köylülere ezan okumadan namaz kılmalarını önerir. Böylelikle sorun hal olur. Çünkü ezan, Müslümanlar arası vahdet ve kardeşlik hukukuna nazaran tali bir konu olarak kalmaktadır. Tali bir konunun asıl bir konuya feda edilmesi akıl ve izan sahibi kimselerin işi değildir.

El-Benna, bu ihtilaflı durumların hallini bir sözünde veciz bir şekilde dile getiriyor. Diyor ki: “İttifak ettiğimiz konularda ittifak edelim, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görelim.”

Mezkûr köylülerin ezandaki ihtilafları gibi çoğu zaman bir kaşık suda tsunamiler koparılıyor. Cennetteki huriler, sayılırı, bu dünyada evli ve bekâr olanların oradaki hali, kıyametin alametleri vb. konularda akla ziyan yorumlardan geçilmiyor. Mücadele meydanında bulunmaktan korkan, fedakârlık gerektiren konu ve işlerden uzak durmaya çalışanlar, maalesef kavgalarını mezkûr konularla tarih ötesine, metafizik âlemlere taşıyarak bir taraftan kendilerini –güya- garantiye almaya, diğer taraftan da bir şeyler biliyor veya yapıyor imajını verdirmeye çalışırlar. Osmanlı döneminin meşhur âlimlerinden Ebü’s-Suud’a sorarlar: “Zeyd, avratların olduğu bir cennet bana gerekmez dese ne lazım olur?” Ebü’s-Suud Efendi de hemen cevabı verir: “Gerekmezse cehenneme gitsin.”[58]

Şii Müslümanların yaklaşımı daha farklı olsa bile, ister hilafetin ilkin O’nun hakkı olduğuna inanılsın ister inanılmasın, İmam Ali (r.a.), Müslüman saflarını bölecek şekilde diğer halifelere sırtını dönmedi, onlardan yardımını ve meşveretini esirgemedi. Oğlu İmam Hasan (r.a.), Müslümanlar arası birliğin kendi kişisel haklarından daha önemli olduğuna iman ettiğinden, ümmetin vahdet ve ittifakı için kendisinin bulunduğu hilafet makamını, ‘Hakemler Olayı’nda babasının devretmediği Muaviye’ye devretti. Kişinin kendi hakkından vazgeçmesi caizdir, ama dinden taviz verme hakkı yoktur.

Muhalif olan kimseye itiraz üç halde yapılmayabilir:

1- İtirazın yapılmasından hâsıl olacak olan maslahattan daha büyük bir mefsedetin hâsıl olması.

İbnTeymiye’den şöyle bir hadise nakledilmektedir: Moğol istilası döneminde kendisi ve bazı arkadaşları çarşıda dolaşırken bazı moğol askerlerinin içki içtiklerini ve sarhoş olduklarını görürler. Yanındaki arkadaşları buna müdahil olmak isterler ancak kendisi buna izin vermez ve der ki: “Onların sarhoş halleri ayık hallerinden daha hayırlıdır. Bu halleriyle sadece içkileriyle meşguller. Ama ayık olduklarında insanların canlarına ve namuslarına kastediyorlar. Bırakın bu halde kalsınlar.”

2- İtirazda bulunacak olan kişi/lerin büyük bir zarara uğrama ihtimalinin güçlü olması.

3- Muhalefet konusunun içtihadi bir konu olması. Bu içtihat ister akidevi, fıkhi olsun, ister de siyasi, stratejik veya metotsal olsun muhalif olan tarafla tefrikaya yol açabilecek konulardan değildir.

Müsbet İhtilafın Bazı Faydaları:

Karşılıklı anlayış ve adabına uygun olarak yapılan tartışmaların güzel semereler vereceği kuşkusuzdur. Onlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

1- İhtilaf, tartışmaya konu olan delil, olay, strateji vb’lerinin taşıma istidadı olan bütün ihtimalleri müzakere etme imkânını verir.

2- Beyin fırtınası, fikirsel teati neticesinde, tartışma kültüründen uzak, tekdüze toplum ve yapıların erişemeyeceği yeni bilgiler ve yeni insan cevherlerinin keşfedilmesine olanak sağlar.

3- Bir sorun karşısında birden fazla çözüm önerilerinin sunulması neticesinde, her bir tarafın kendi şartlarına uyabilecek öneriyi almasını ve sorununu o öneri doğrultusunda çözümlemesini sağlar.

Mezhepsel Taassup

Sonuç Yerine…

İttifak ve iftirak taraflarının kimler olduğunu, her ikisinin de sonuçlarının ne olacağını Âl-i İmran Suresinin aşağıdaki ayetlerinden kim daha güzel ifade edebilir?

100.Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.

101. Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah Resulü de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

102. Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin. 

103. Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.

104. Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. 

105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.

106. Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün.) İmdi, yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı! (denilir).

107. Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler; orada ebedi kalacaklardır.

108. İşte bunlar, Allah'ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.

 


[1] Rum: 30/22

[2]Hucurat: 49/13

[3] Hud: 11/118-119

[4] Yunus: 10/19

[5]Zuhruf: 43/63

[6]Zariyat: 51/8

[7]Nahl: 16/64

[8]Müminun: 23/52-53

[9] Meryem: 19/37

[10]Zuhruf: 43/65

[11] Nisa: 4/59

[12] Ali İmran: 3/105

[13]Enfal: 8/46

[14] Müslim, Kitabü’l-Fedail, BabuTevkiriuhu (s.a.s) hadis,4355. Benzer lafızlarla Nesai, Ahmed, İbnuMace de rivayet etmiştir.

[15] Araf: 7/16-17

[16] Bakara: 2/191

[17] Bakara: 2/217

[18] Enbiya: 21/ 92

[19] Maide: 5/8

[20] Nisa: 4/135

[21] Ali İmran: 3/103

[22] Şuara: 26/63

[23] Buhari, 2/742; Müslim, 5/9, Muvatta, 3/194, Ahmed, 1/455.

[24] Furkan: 24/62

[25] Enam: 6/165

[26] Bakara: 2/255

[27]Müttefekün Aleyh.

[28] El-İsfehani, Rağıp, El-Müfredat, c: 1, s: 206-208, c: 2, 488-490; Kel’eci, Muhammed Rewwas, MucemuLüğeti’lFukaha, s: 50 ve s: 344.

[29] Ali İmran: 3/103

[30] Ali İmran:  3/105

[31] Enam: 6/159

[32] Buhari, 1894-1905; Müslim, 1151.

[33]Kel’eci, Muhammed Rewwas, MucemuLüğeti’lFukaha, s: 344.

[34] Ebu Davud, 4596; Ahmed, 4/102; Daremi, 2423.

[35]En’am: 6/159.

[36] Konuyla ilgili daha detaylı bilgiler için şu tezlere bakılabilir:

                1. Özler, Mevlüt, İslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, Nûn Yay. İstanbul 1996, ss. 21-28.

                2. Keleş, Ahmet, “73 Fırka Hadisi Üzerine Bir İnceleme”, Marife (Ehl-i Sünnet ÖzelSayısı), yıl: 5, sy. 3,           Konya, Kış 2005, ss. 25-45.

                3. Gömbeyaz, Kadir, 73 Fırka Hadisinin Mezhepler Tarihi Kaynaklarında

                Fırkaların Tasnifine Etkisi, Uludağ Üniv., İlahiyat Fak. Dergisi, c.14, sy. 2, yıl. 2005, s. 147-160

[37] Detaylı bilgi için şu makaleye bakılabilir:

حديث الافتراق "تفترق أمتي على ثلاث وسبعين فرقة" بين القبول والرد؛ د . حاكم المطيري، كلية الشريعة، قسم التفسير والحديث، جامعة الكويت، 2009, (http://www.dr-hakem.com/portals/Content/?info=TmpJMEpsTjFZbEJoWjJVbU1RPT0rdQ==.jsp),15.04.2014

 

 

 

[38] Ali İmran: 3/19

[39] Ali İmran: 3/105

[40] Buhari: 2410

[41] Bakara: 2/213

[42]Hucurat: 49/6

[43]Buhari, Cuma: 956; Müslim, İman: 49; Tirmizi, Fiten: 2172; Nesai, İman ve Şera'iuhu: 5009; Ebu Davud, Salat: 1140.

[44] Ebu Davud: 4344; Tirmizi : 2/26; İbnMace: 4011.

[45] Tevbe: 9/107

[46] Buhari: 2446; Müslim: 2585.

[47] Müslim: 2586

[48] Taha: 20/94.

[49] Ali İmran: 3/64

[50]Ankebut: 29/46

[52]Müttefekün Aleyh, Buharî, Kitabü’l-İman, Bab, Mine’l-İman…: 01; Müslim, Kitabü’t-Tahare, Babü’d-Delil Ala EnneMinHisali’l-İman…: 02.

[53]İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğü'l-Merâm: 439

[54]Beyhaki, Şuebü'l-İman: 7/3412

[55]Sebe: 34/24

[56] Nisa: 4/65

[57] El-Benna, Hasan, Mecmu’et’ür-Resail, s: 531-533.

[58] Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Mizah maddesi, c: 30, s: 208.

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim