• BIST 8876.22
  • Altın 2928.215
  • Dolar 34.2375
  • Euro 37.4474
  • İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C
  • Van 16 °C

İslam Âleminde Şiddetin Temelleri ve Bu Temellerin Şer‘i Ölçütü

Mustafa Naim Çapraz

   İslam âleminde şiddet konusu ya da “İslam – şiddet” anahtar kavramları minvalinde objektif bir bakış açısıyla yapılan çalışmalar olmakla birlikte, kaleme alınan diğer bazı araştırmalar daha çok şu iki amaca matuftur:

     1. İslam’ın şiddetten, tedhişten ve tabii ki terörizmden beri olduğunu dini argümanlara dayanarak ortaya koymak.

     2. Diktatörlükle idare edilen halkı Müslüman ülkelerde, diktatör idarecilerin iktidarlarına yönelik gelişebilecek devrimci söylem ve eylemleri peşinen mahkûm etmek ve böylelikle o dikta yönetimleri ve icraatlarını meşrulaştırmaktır.

     İslam dininin dışında, Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm vb. dinler de şiddet, tedhiş, terör kavramlarıyla bir araya getirilerek kaç tane bilimsel eser veya makalenin kaleme alındığı incelemeye değer bir konudur. Yoğunluklu olarak ‘İslam-şiddet’ kavramları etrafında yapılan bazı araştırmaların bir yönüyle bir mühendislik çalışması olduğu söylenebilir.

     Şiddet olmaksızın İslam Âleminin sorunlarına deva arayan bazı âlim ve mütefekkirler şunlardır:Cemalettin Afgânî, Abdurrahman el-Kevâkibî, Ebü’l A‛la el-Mevdudî ve Cemaati İslamî, Hasan el-Benna ve İhvan Hareketi, Celal Nurî, Muhammed İkbal, Malik b. Nebî, Bedi‛üzzaman Sait Nursî, Ahmet Yasin, Cevdet Saitve daha niceleri…

     Şiddetten başvurmak, ya ihtiyaçtan ya da aceleden hâsıl olmaktadır. Ancak herkes, insanın nefsinde olanının değiştirilmesi konusunda müttefikken, bazıları bu değişimin teşekkülü için sabırla ilerlemek yerine, kuvvete başvurmak gibi aceleci yöntemlere başvurabilmektedirler. Diğer bazıları ise değişimin, nefsin ikna edilmesiyle mümkün olduğuna inanmaktadırlar.

     Dini eğitimde, aile içi ilişkilerde şiddetten yana olanlar “dayak cennetten çıkmıştır” tezini savunurlarken, bu alanlarda şiddetin karşısında olanlar ise “dayak iyi bir şey olsaydı cennetten çıkmazdı/çıkarılmazdı” anti tezini öne çıkarmaktadırlar. Bu ikisine karşılık şu sentez dile getirilse yeridir: Dayak cennete girmediği gibi cennetten de çıkmamıştır. Ancak dayak cennete götürebileceği gibi cehenneme de sokabilir.

     Şiddet kelimesi Arapça olmakla birlikte, Araplar arasında şiddet kelimesi yerine daha çok(العنف)  kelimesi kullanılmaktadır. (ع - ن - ف) harflerinden oluşan bu kelime Kuran’da geçmemektedir. Kuran terminolojisi, şiddet ve terör olaylarını “yeryüzünde fesat/bozgunculuk için çalışmak” olarak nitelendirir. Çünkü neslin ve doğanın helak edilmesi, mukaddesatlara saldırı büyük bir fitnedir.

     Günümüzde yaygın olarak kullanılan bu kelimenin pek çok kullanım alanı mevcuttur. Ailevi açıdan: Karı-koca, evlat ve ebeveyn, akrabalar arasındaki münasebetlerde; toplumsal alanda: İşveren-işçi, zayıf-güçlü arasındaki münasebetlerde; eğitim alanında: eğitmen-eğitilen arasındaki münasebetlerde; şer’i alanda: Suçlulara müstahak oldukları had, kısas veya ta‘zir cezalarının uygulanması gibi.

     Şiddetin yaygın kullanımında kastedilen manası şudur: Şer’i, ahlaki veya kanuni bir ölçü olmaksızın ve siviller gibi taraf olamayan kimselerin uğrayacağı zararı umursamaksızın, düşmanı dize getirmek için ekonomik ya da askeri güç kullanmaktır.[1]Bu kabilden bir şiddet fert, cemaat, örgüt veya devletlerce uygulanabilmektedir.

     Şiddet için Allâme Kardâvî şu tanımlamayı getirmektedir: Şiddet veya katılığın gerekmediği bir yerde veya zamanda, gereğinden fazla ya da ihtiyaç olmadığı halde ve herhangi bir kurala bağlı olunmaksızın kullanılmasıdır. Burada “askeri veya maddi güç kullanımı” denmedi çünkü İslam nazarında şiddet fiilde olduğu kadar söz ve tartışmada da olabilmektedir.[2]

     Şiddet ve terör arasındaki ilişki

     İki kavram arasında umum / husus (genel-özel) bir ilişkiden bahseder el-Kardâvî. Şöyle ki; her şiddet terör değildir ama her terör eylemi şiddettir. Çünkü şiddet, bazı insanların, belli bir kıstasa bağlı olmaksızın ve gerekmediği bir yerde maddi güç kullanmalarıdır. “Gerekmediği bir yer”den kasıt, kaba kuvvetin kullanıldığı yerde konuşma, diyalog, nasihat vb. yöntemler sorunun çözümünde etkili olabilme istidadı taşıdığı gibi, gücü kullanan/lar, bunun neticesi olarak kimin ne kadar zarar göreceği ve bunun caiz olup olmadığını umursamaz, bunun sorulması halinde de kendisini fetva veya yargı mercii görerek normal karşılar.[3]

     Diğer taraftan yerinde, zamanında ve ihtiyaç olduğu kadar şiddetin uygulanmasının terör olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Örneğin dine, ırza, mala, cana, Müslüman topraklara vb. yapılan saldırılara karşı kendilerini korumaları Müslümanların en tabii hakkıdır.

     (Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirettekine (göre), bu dünya hayatının yararı pek azdır. Eğer savaşa kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi pek acı bir azapla azaplandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir. Siz O'na hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir.)[4]

     Ya da mazlumların feryatlarına icabet edip yardımlarına koşmak, onların müdafaası için çarpışmak da bu kabildendir:

     (Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: 'Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?)[5]

     Ancak bunun da yer ve zamanlamasını doğru yapmak hikmetin bir gereğidir. Mekke’de işkenceler altında inim inim inleyen Yasir ailesine (r.a.) sabretmelerini tavsiye eden ve başka da bir şey yap/a/mayan Peygamber (s.a.s.), Medine’de Medine Sözleşmesini ilk bozan Yahudiler olan Ben-i Kaynuk‘alıların, Müslüman bir kadının avret mahallinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermelerine lakayt kalmamış, onları Medine’den sürmüştür. Bu itibarla, mezkûr alanlara yapılan bir saldırının karşılığının ne olacağını Peygamber’in (s.a.s.) sireti ekseninden doğru tespit etmek elzemdir. Ama nedense Müslümanlar, Mekke’nin sabır ve direncini değil, Medine’nin aksiyon cihetini önemsemekte ve öncelemektedirler.

     Terörizm ise; özel veya tüzel kişilerce, kendileriyle aralarında sorun olmayan kimselere karşı şiddetin kullanılmasıdır. Bu da, başkalarını kokutarak, eziyet ederek veya zorlayarak belli bazı isteklerin kabul ettirilmesine matuf olarak yapılır. Örneğin uçak kaçırma, rehin alma, ibadethaneleri bombalama, turistleri kaçırma, öldürme vb. olaylar bu kapsamda değerlendirilebilecek olaylardandır. Çünkü uçak kaçırma, rehin alma, ibadethane bombalama, gazeteci veya turist kaçırma/öldürme eyleminde bulunan kimseler ile uçaktaki yolcular, rehineler, ibadethanedekiler, gazeteci veya turist arasında direk bir husumet yoktur. Bu eylemi gerçekleştiren kimse bu eylemi yapmakla bazı yerlere mesaj vermek veya baskı kurmak amacıyla yapmaktadır.[6]

     Şiddet dili ve yöntemi mi yoksa barış-irşat dilinin mi tercih edilmesi gerektiği konusu, şiddetin meşru olabileceğine kaynaklık edebilecek deliller ile şiddetten meneden deliller arasında sağlanan veya sağlanamayan denge ile alakalıdır. Ki bu, salt ülkeler veya cemaat ve örgütler düzeyinde değil, aynı zamanda kadın-erkek, karı-koca, eğitmen-eğitilen, ebeveyn-çocuk münasebetlerine kadar nice konunun merkezinde yer almaktadır. Bu alanlarla ilgili, muhtevasında şiddet olan dört delilden yola çıkarak temellendirmeye çalışmakta fayda vardır:

     1. (Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm.)[7]

     2. İslam Hukukunda, farziyetine inandığı halde namaz kılmayan kimse; Hanefilere göre namaz kılana kadar hapsedilir, Şafii ve Malikilere göre had cezası olarak öldürülür, Hanbelilere göre ise irtidat ettiği için öldürülür.[8]

     3. Amr bin Şuayp’tan, o da babasından, o da dedesinden rivayetle dedi ki: (Allah’ın Resulü (s.a.s.) şöyle buyurdu: Çocuklarınıza yedi yaşlarında iken namaz kılmalarını emredin, onlar on yaşlarına basınca da namaz için dövün, erkek-kız yataklarını da ayırın.)[9]

     4. (Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.)[10]

     İmam Tirmizî, özellikle ahkâmla ilgili bir hadisi rivayet ederken, o hadise muhatap olan ilk neslin (sahabe, tabiin, tebe-i tabiin) bu hadisten ne anladığına dikkatleri çekmekte ve o konuyla ilgili görüşleri aktarmaktadır. Bu yöntem, nassları sahih bir şekilde anlamanın en önemli yöntemlerinden biridir.

     Binaenaleyh; yukarıda zikredilen dört maddedeki delillerin her biri şiddet unsuru ihtiva etmektedir.Bunlardaki şiddetin fiilen meydana gelip gelmediğini tespit edebilmek için Peygamber’in (s.a.s.) hayatına müracaat etmek lazım.

     Peygamber (s.a.s.), cemaat namazına gelmeyen kimsenin evini yaktı mı?

     Peygamber (s.a.s.), namaz kılmayan kimseyi hapis cezasına veya ölüm cezasına çarptırdı mı?

     Peygamber (s.a.s.), on yaşına geldiği halde namaz kılmayan çocukları namaz için dövdü mü?

     Peygamber (s.a.s.), İfk Hadisesinde, bir eşine verdiği sırrının o eşi tarafından başka bir eşiyle paylaşılmasında ve eşleriyle anlaşamadığı daha nice vakıada eşlerini dövdü mü?

     Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanmamış bu vb. naslar her ne kadar cevaz niteliğini taşıyor olsa bile, bunlar teşvik veya vücup niteliğinde değildir. Vacip olmuş olsaydı, bu vacibin ilk muhatabı ve uygulayıcısı yine Peygamber’in (s.a.s.) kendisi olurdu.

     Peygamber’in (s.a.s.) söz ve uygulamalarından bir hükme varılacaksa ilgili söz veya uygulamanın hukukun gayeleri açısından irdelenmesi, yani tasarruf çeşitlerinin birbirinden ayırt edilmesi gerekmektedir.Ulema arasında bu ayırt etme ameliyesini ilk olarak Malikî âlimlerinden Şihâbuddin Ahmed b. İdris el-Karrâfî, “el-Furûk”  adlı eserinde ele almaktadır. Daha sonra İmam Şatibî ve Tahir b. Aşûr gibi âlimler bu konu üzerinde detaylıca durmuşlardır.

     Bu âlimlerden Tahir b. Aşûr Peygamber’in (s.a.s.) söyledikleri ve yaptıklarını iki ana başlık altında değerlendirmektedir:

     Birincisi: Dinî / Şerʻî Hüvviyete Sahip Uygulamalar: Bunlar, Peygamber’in (s.a.s.), tabi olunması ve uygulanması için yaptığı icraatlardır. Bunlar da kendi içinde iki kısma ayrılır:

     1. Genel Şerʻî İcraatlar: Bu türden olan şer’i icraatlar, kıyamete kadar ümmetin tümüne yönelik olanlardır. Bunlar ya tebliğle ya da fetvayla yapılan icraatlardır.

     2. Özel Şerʻî İcraatlar: Bu türden olanlar, belirli bir zaman, mekân, durum ve şahısla alakalı olan icraatlar olup ümmetin tümüne şamil değildir. Bazı âlimler bunları ‘cüz’i tasarruflar olarak nitelendirmektedir. Bu türün kapsamına yargı, imamet (devlet başkanlığı) ve özel tasarruflar girmektedir.

     İkincisi: Dinî / Şerʻî Hüvviyete Sahip Olmayan İcraatlar: Gerek ümmetin geneli ve gerekse bir kısmı için tabi olma ve uygulamaya yönelik olmayan icraatlardır. Bu tür de kendi içinde çok çeşitlidir: Yaratılıştan kaynaklanan icraatlar, sıradan icraatlar, dünyevi icraatlar, irşat amaçlı icraatlar, Peygamber’e (s.a.s.) mahsus olan özellikler.[11]

     Buradan hareketle her Müslüman, Peygamber’in (s.a.s.) uygulamalarından kendisini ilgilendiren cihetle faydalanır;bir baba babalığından, bir öğretmen öğretmenliğinden, bir davetçi davet şeklinden, bir devlet başkanı başkanlığından, bir komutan komutanlığından, bir yargıç yargıçlığından… Bunları ayırt edememek, hangi cihetinin nerede, ne zaman ve nasıl kullanılacağını kestirememek kavram ve yetki karmaşasını kaçınılmaz kılacaktır. Devlet başkanı sıfatıyla yaptığı icraatlar ve verdiği hükümler, ancak o tür bir makamda olan kimseyi ilgilendirirken, yargıç sıfatıyla verdiği hükümler de ancak yargılama makamında olan kimse için cari olur. “Güzel bir örnek” olan Peygamber’den (s.a.s.) herkes, kendine ne ve ne kadar lazımsa, onu o oranda almalıdır.

     Medine’ye hicretten sonra, Allah yolunda cihadı emreden ayetler nazil olmuştur.[12] Peygamber (s.a.s.), Medine’de kurulan Medine site devletinin başkanı olarak kamu otoritesini temsil etmiş ve düşmanlara karşı yapılan silahlı mücadeleler kendisinin izin ve bilgisi dâhilinde gerçekleşmiştir.

     Kuran’ın sübutu konusunda ümmet arasında bir ihtilaf yoktur. Kimse, Osman (r.a.) döneminde toplatılarak kitap haline getirilen Kuran’ın Peygamber (s.a.s.) döneminde okunan Kuran’dan farklı olduğunu iddia etmemiştir. Ki sahabenin kendi arasında da savaşa varacak derecede ihtilaflar hâsıl olmasına rağmen, taraflardan hiçbiri diğerini Kuran’ı tahrif etmekle itham etmemiştir. Kuran’ın nasları konusunda varit olmayan bir ihtilaf, tevili konusunda varit olmuştur. Bunlardan ilki; Sıffin Harbinde İmam Ali (r.a.) tarafında çarpışan ve doksanlı yaşlarında olan Ammar b. Yasir (r.a.), Muaviye ve avenesine hitaben şöyle seslenir: “Daha önce Kuran’ın nüzulü konusunda sizinle savaştık, bugün ise tevili konusunda savaşıyoruz.” Daha önceden kastı, Ebu Süfyan’ın şahsında Beni Ümeyye ailesinin öncülüğünde Medine’ye yönelik yapılan Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıdır ki, bu savaşlarda Beni Ümeyye ailesinin Ebu Süfyan’ın şahsında öncülük ettiği pakt, Kuran’ın nazil oluşuna savaş açmışlardı. “Bugün” yani Sıffin günü ise, Muaviye’nin şahsında yine Beni Ümeyye ailesinin öncülüğündeki orduya, Kuran’ı yanlış yorumlamalarından ötürü savaşılmaktaydı.

     İkincisinde ise; yine İmam Ali (r.a.), Haricilerle görüşmek isteyen Abdullah b. Abbas’a (r.a.), onlarla naslarla tartışmaya girmemesi, bilakis ameli sünnetle, yani Peygamber’in (s.a.s.) fiili uygulamalarıyla onlarla mücadele etmesini tavsiye etmiştir. Çünkü pek çok nassın tevil imkânı ve alanı son derece geniştir. Bu yüzden İbn Teymiyye bu konuyla alakalı şunu ifade ediyor: “Bir konuyu Kitap ve sünnete götürmek her zaman sorunu çözmeye yetmez. Çünkü her kesimin Kitab’ı tefsir ettiği kendine özgü bir anlayışı vardır.”[13] Ancak iş Peygamber’in (s.a.s.) fiili uygulamalarına gelince, yorum imkân ve alanı alabildiğince daralmaktadır.

     İbnü’l-Kayyim diyor ki: “Allah’ın emrettiği her şeyin iki tarafında ya tefrit ve zayi etme ya da ifrat ve aşırıya gitme şeklinde Şeytan vardır. Allah’ın dini, onun gereğini ifa etmede geride kalan ya da onda aşırılığa giden iki taraf arasında vasat bir dindir.”[14]

     Birey ve toplumlardaki değişim akıl ve gönlün kabul ve razı olmasıyla içten başlar, tedricen dışa yansır. Bunun için, hedefler net, aşamalar belli bir şekilde uzun soluklu bir yolculuk gerekir. Bu kabilden bir yolculuğa nefesi yetmeyenler, varılmak istenen hedeflere kestirmeden varmak isterler. Bunun için de tebliğ, davet, irşat, vaaz, nasihat vb. zaman ve emek isteyen çalışmaları bypass edip zorla ikna ve razı etme merhalesinden işe koyulurlar. Bu merhale de güç ve bu gücün kullanıldığı militarist yöntemler gerektirir. Bu yöntemle ortaya çıkacak olan rıza ve ikna oluş, münafıkça veya zor karşısında boyun eğmeden hâsıl olan bir rıza ve ikna oluştur. İçten gelmeyen, kabukla mahdut olan bu kabullenme, gücün zayıfladığı anda kabuğunu kırarak asli hüviyetiyle zuhur eder.

     Peygamber (s.a.s.), davet, tebliğ ve irşat hayatı boyunca bu yöntemden ayrılmadı; insanları ‘içerden’ fethetmeye çalıştı. Cahili itikat ve ahlakların disipline ettiği nefisleri, İslam’ın akide ve ahlakıyla disipline etti, hayvanların çobanlığını yapan insanlar insanlığın çobanları, köle olanlar insanlığın efendileri oldular. Bu yüzden İslam davetçileri karınca sabırlıdırlar, olmalıdırlar. Koca bir binayı, her bir karınca uzun yıllar boyunca temelinden birer kum tanecikleri çekerek yerle bir olmasına sebebiyet verebilir.

     Dinin doğru anlaşılması elzemdir. Çünkü din çift yönlü bir kılıca benzer; doğru okunması ve anlaşılması halinde dünyada gelişmişlik, ilericilik, müreffeh birey ve toplumların teşekkülüne, ahirette ise rıza-ı İlahi ve cennete götürürken, yanlış okunması ve anlaşılması halinde ise dünyada her türlü tıkanma ve gericiliğin, bireysel ve toplumsal çürümüşlüğün ana sebebine dönüşür.

     Müslümanların Rabbi, Müslümanların Peygamberi (s.a.s.)

     Müslümanlarıtanımlamadan önce Müslümanların Rabbi ve Peygamberi’nin (s.a.s.) kendilerini nasıl tanıttıklarına bakmak lazım.

     İslam akidesinde Allah-u Teâla ceberrut, kahır, intikam vb. Celal sıfatlarıyla nitelendirildiği gibi rahmet, merhamet, mağfiret, ra’fet, ihsan, inʻam vb. Cemal sıfatlarıyla da nitelendirilmektedir. Aşağıdaki ayetler bunlardan bazılarıdır:

     (Bilin ki, Allah gerçekten cezası pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir.)[15]

     (Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir.)[16]

     (Ve şüphesiz, senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için bağışlama sahibidir ve şüphesiz senin Rabbin, cezası çok şiddetli olandır.)[17]

     (Haber ver kullarıma; şüphesiz Ben, Ben bağışlayanım, esirgeyenim. Ve şüphesiz azabım; o acıklı bir azaptır.)[18] Bu ayette Allah-u Teâlâ, esirgeme ve bağışlamayı kendi isimleri, azabı ise kendi fiili olarak sunmaktadır.

     Kuran’ın incelenmesi durumunda Allah’ın Cemal isimlerinin Celal isimlerinden daha çok varit olduğu ve daha çok tekrar edildiği görülecektir. Bununla ilgili Kuran’da yapılan teknik araştırmalar Allah’ın Cemal isimlerinin Celal isimlerinden neredeyse sekiz - on kat daha fazla kullanıldığını ortaya koymaktadır.

     Kuran’ı ahlak edinmiş olan İslam Peygamber’inin (s.a.s.) durumunun bundan farklı olması düşünülebilir mi? (Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)[19], (Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.)[20] gibi ayetlerin yanı sıra, gerek sözlerinde ve gerekse fiillerinde merhamet ve kolaylığı, sertlik ve zorluğa tercih ettiğini ortaya koyan pek çok hadis Peygamber’in (s.a.s.) Kuran’la nasıl ahlaklandığını, Allah’ın ahlakının nasıl kendisine sirayet ettiğini ortaya koymaktadır.

     Hadis kaynaklarında Peygamber’in (s.a.s.) yumuşaklığı ve yumuşaklığa terğib mahiyetinde pek çok hadis aktarılmaktadır. Bunlardan bazıları şu hadislerdir:

     (Yahudilerden bir grup Peygamber’in (s.a.s.) yanına geldiklerinde; “es-selamu aleyküm” diyecekleri yerde, “ölüm senin üzerine olsun” manasında “es-samu aleyke” derlerler. Peygamber’in (s.a.s.) yanında olan Aişe (r.a.) buna mukabil; “bilakis ölüm de, lanet de sizin üzerinize olsun” deyince Peygamber (s.a.s.) onu durdurarak şöyle der: “Allah her şeyde yumuşaklığı sever.” Aişe (r.a.) der ki: “Ne söylediklerini duymadın mı?” Peygamber (s.a.s.) şöyle cevap verir: “Ben de, sizin üzerinize olsun dedim.)[21]Bu davranışıyla Peygamber (s.a.s.) hem kelime oyunuyla kendisine hakarette bulunan Yahudilere, hem de kendi eşi Aişe’ye (r.a.) nasıl davranılması gerektiğini öğretmektedir.

     Aişe (r.a.) nın “es-samu aleyküm” olayındaki tepkisine karşılık Peygamber (s.a.s.)’in yanıtı şu ayetin bir yansımasıdır: (O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman 'Selam' derler.)[22]

     Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.s.) de, kendisine eziyet eden, döven, başından yüzüne akan kanları temizlerken diyor ki; “Ey Allah’ım,  kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.”[23]

     Peygamber’in (s.a.s.) siretinde, bi‘setten önce, bi‘setten sonra, Mekke ve Medine dönemlerinde, vefatına kadar barış boyutunun önemli oranda ön plana çıktığını, bunun için yeri geldiğinde Hudeybiye Anlaşmasında olduğu gibi tavizler bile vermekten geri durmadığını söylemek mümkündür. Bu yüzden tüm siretinde ön plana çıkan en belirgin sıfat, “rahmet - merhamet” sıfatıdır. Peygamber’in (s.a.s.) bu yönünü sözlerinde de bulmak mümkündür:

     (Ben ancak hidayet olunan bir rahmetim.)[24]

     (İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.)[25]

     (Yumuşak olun ve şiddetten kaçının, Yumuşaklık nede bulunursa onu güzelleştirir, şiddet de nede bulunursa onu çirkinleştirir.)[26]

     Peygamber (s.a.s.) Müslüman olup da ismi ‘Harb’ yani savaş vb. manada olan isimlerin değiştirilmesini ister ve en güzel isimlerin “Abdullah ve Abdürrahman” olduğunu dile getirirdi.[27]

     Şiddet, insanlar arası şiddet, insanlık tarihi açısından Habil- Kabil mücadelesine; Müslümanlar açısından ise,Haricilerin nass ve olayları maklup bir şekilde anlama ve yorumlamalarının bir sonucu olarak Cemel-Sıffin vakıalarınadayanmakta ki yansımaları o günden bugüne kadar devam ede gelmektedir.

     Peygamberler tarihinde, kıssasında terör olan hiçbir Peygamber yoktur.

     İbrahim ’ın, (a.s.) müşrik olan babasına seslenişindeki zarafet ve nezakete bakmak lazım.

     (Kitap’ta İbrahim’i de an. Gerçekten o, son derece dürüst bir kimse, bir peygamber idi.
     Hani babasına şöyle demişti: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?”
     “Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy ki seni doğru yola ileteyim.”
     “Babacığım! Şeytana tapma! Çünkü şeytan Rahmân’a isyankâr olmuştur.”
     “Babacığım! Doğrusu ben, sana, çok esirgeyici Rahmân tarafından bir azabın dokunmasından, böylece şeytana bir dost olmandan korkuyorum.”
     Babası, “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, mutlaka seni taşa tutarım. Uzun bir süre benden uzaklaş!” dedi.
     İbrahim, şöyle dedi: “Esen kal! Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, beni nimetleriyle kuşatmıştır.”)[28]

     Aynı incelik, yeryüzünün en büyük zorbalarından olan Firavun’a gönderilen Musa ve kardeşi Harun’a (a.s.) yapılan ilahî nasihatte de tebarüz ediyor:

     (Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın. İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.)[29]

     Abbasi sultanlarından Me’mun’un yanına gelen bir adam ona vaaz etmeye başlar: “Ey zalim, ey facir Allah’tan sakın.” Bunun üzerine Me’mun ona der ki: “Kuşkusuz Allah, senden daha hayırlı olanı, benden daha şerli olana gönderirken yumuşak davranmasını emretti. Senden daha hayırlı olan Musa ve Harun’u, benden daha şerli olan Firavun’a gönderdi ve şu ayeti okudu: Taha:43-44.”
     Bütün bunlara rağmen siyer ve tarihçilerin Peygamber’in (s.a.s.) hayatını ele alırlarken, ya da O’nun (s.a.s.) hayatıyla ilgili çevrilen Çağrı gibi filmlerde ‘savaşçı bir Peygamber’ tasvirinin ön plana çıkıyor olması manidardır. Sanki Peygamber (s.a.s.) hicret ettikten sonra öç alma ateşiyle yanıp tutuşan,  kana susamış, savaş düşkünü bir kişi olarak değiştiği şeklindeki kimi oryantalistlerin iddialarını haklı çıkarmaya çalışılmaktadır.

     Diğer taraftan askerliğin “Peygamber Ocağı”, askerin de “Mehmetçik” olarak nitelendirilmesi… Bu şekilde nitelenen kurumun İslam’a ve Müslümanlara çektirdikleri bir yana, Peygamber’in (s.a.s.), sadece savaş, ateş, kan, gözyaşı vb. kavramlarla ortak paydayı paylaşan kavramlarla zikredilmesi manidar olsa gerek. Hayatın pozitif imaj yönünü ifade eden daha pek çok veçhesi olduğu halde Peygamber’in (s.a.s.) onlarla değil de asker ve askerlikle anılması, her daim asker ruhuyla yaşamış, hayatı boyunca savaştan savaşa koşmuş ve elinden silahı düşürmemiş bir Peygamber tasavvurundan başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Peygamber’in (s.a.s.) tüm hayatındaki belli başlı savaşların tablosu aşağıdaki gibidir:

Hicri Yıl

Savaşın Adı

Düşman Sayısı

Ölen Düşman

İslam Kuvveti

Şehit Sayısı

2

Kurz tarafından Medine’ye yapılan baskın

?

0

0

0

2

Ebva

?

0

200

0

2

Nahle Mukabelesi

4

1

9

0

2

Bedir Gazvesi

950

70

313

14

2

Ebû Süfyan’ın Medine’ye baskını

200

0

0

2

3

Karade mukabelesi

?

0

100

0

3

Uhud Gazvesi

3000

22

700

70

4

Zatü’r-Rika‘ Gazvesi

?

0

400

0

5

Benü’l-Mustalik Seferi

200

10

30

1

5

Hendek

12000

8

3000

6

6

Hayber’in fethi

?

93

?

20 / 15

8

Mute Savaşı

200.000

?

3000

12

8

Huneyn Gazvesi

25.000

84

12.000

4

8

Taif

?

0

12.000

13

9

Tebük seferi

?

-

30.000

-

 

 

 

 

 

 

 

     Son birkaç yüzyılını gerileme ve dağılma/parçalanma süreçleriyle geçiren Müslümanların, tarihlerinde övgüyle bahsedebilecekleri, cepheden cepheye koşan, bir darbesiyle birkaç tane keferenin kellesini uçuran vb. özellikleri haiz bazı kahramanlarının olması kaçınılmazdır. Buna, İslam’ı karalama ve karartma gayesiyle çalışan dâhili ve harici oryantalistlerin müdahil olmasıyla işin bu dereceye varmasına şaşmamak gerek.

     Hâlbuki Peygamber’in (s.a.s.), sekiz bin gün civarındaki risâlet günlerine kıyaslandığında aktif savaşmak zorunda kaldığı Bedir, Uhud ve Huneyn gibi en temel savaşlarının ikinci günü yoktur ve süre açısından bunlara bakıldığında bir günün ancak yarısını meşgul ettiği görülmektedir.

     Savaşın gündeme geldiği andan itibaren hazırlık süreçleri, yol, karşı tarafı savaştan vazgeçirebilmek için yaşanan ikna süreci, saf düzeninin alınması, savaş, savaş bittikten sonra söz konusu alanda üç gün bekleme, şehîd ve ölülerin gömülmesi, geriye dönüş, ganimet ve esirlerle ilgili sürecin neticelenmesi gibi unsurlar nazara alındığında Peygamber’in gündemini 79 gün gibi bir süre meşgul etmiştir. Savaşın olmadığı İkinci Bedir ve Tebûk’ü de dâhil edecek olursak Asr-ı Saâdet’in gündemini savaş, toplamda 144 gün meşgul etmiştir. Kendisinin bizzat bulunmayıp da ashâbını gönderdiği güvenlik timlerinin yaşadıkları süreçler ile devletine isyan eden terör faaliyetlerine yönelik kuşatma harekâtları da buna ilave edildiğinde karşımıza, toplamda 392 gün gibi bir süre çıkmaktadır ki bu sürenin büyük çoğunluğu, haftalarca devam eden yollarda veya insan ölümü olmasın diye uzatılan kuşatmalarda geçmiştir.

     Bu kadar harekât, kuşatma ve karşılaşmaya rağmen on yıl içinde Efendimiz’in bulunduğu ortamlarda yaşanan can kayıpları da dikkat çekicidir; 108 şehîd ve 111 ölü. Mekke Fethi, kuşatma ve seriyyeleri de buna ilave ettiğimizde ise toplam 217 şehit[30] ve karşı taraftan öldürüldüğü bilinen 287 insan vardır.[31] Pusuya düşürülerek şehît edilen 79 sahâbî ile işledikleri suçlardan dolayı hükmen öldürülenlerle birlikte bu rakam, 296’ya karşılık 701 kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre iki tarafın toplam kaybı 997’dir.[32]

     Bütün bunlara rağmen, barışa uzanan “barış yolculuğu” niteliğindeki seferin neticesinde sağlananHudeybiye barış anlaşmasını takip eden yıllarda İslâm’a girenlerin sayısı önceki zamanlara kıyasla büyük bir artış göstermiştir. Bunun temel nedeni, barış ortamında gayrimüslimlerin Müslümanları yakından tanımaya fırsat bulmalarıdır. Hz. Peygamber’in eğitiminden geçip olgun ve şahsiyetli bir kişilik ortaya koyan Müslümanlar çevre kabile ve devletlerin fertlerinin hayranlığını kazanmış, bu da İslâm’ı yakından tanıyıp bu dine mensup olanların sayısını artırmıştır.

     Hudeybiye anlaşması, Peygamberin (s.a.s.) dışındaki diğer Müslümanlarca içselleştirilmediği halde kayıt ve imza altına alındıktan sonra şu ayet nazil olur: (Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik.)[33]   Bunun üzerine sahabeden biri, fetih olayının savaşsız olamayacağını tasavvur ettiğinden şaşırmış bir şekilde bu soruyu sorma ihtiyacı his eder: “Fetih bu mu ey Allah’ın Resulü? Peygamber (s.a.s.) de; “evet o fetihtir” şeklinde cevap verir.

     Müslümanların Hicri altıncı yılda imzalanan Hudeybiye Anlaşması önce sahip oldukları toprak parçası 8-10 km2 iken ki bu da yaklaşık 19 yıllık mücadele sonrası varılan noktadır; Hudeybiye sonrası Peygamber (s.a.s.)’in vefatına kadar İslam’a girenlerin sayısı, anlaşmadan önce Müslüman olanlardan kat be kat fazla olduğu gibi, İslam toprakları da Arap Yarımadasını da aşarak yaklaşık üç milyon km2’ye varmıştır.[34]

     İnsanlık tarihi içinde birbiri ardına devam eden hiçbir savaşta bu kadar az can kaybı yaşanmamış ve hiçbir ideoloji, devlet veya medeniyet bu kadar az zayiatla vücuda gelmemiştir. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) bu alanda ortaya koyduğu strateji ve hassasiyet ile “yaşatma ideali” istikametinde örgütlediği müstesna medeniyetin farkına varabilmek için tarih içinde karşımıza çıkan ve sadece asker değil, aynı zamanda kadın ve çocuklar başta olmak üzere milyonlarca sivilin yitirildiği acı tablolara bakarak bir kıyas yapmakta fayda olsa gerek!

     Rabb ve Peygamberleri (s.a.s.) bu nitelikleri haiz olduğuna göre Müslümanların ahlaklarının daha farklı olması düşünülemez. Bireysel ve toplumsal ilişkileri bu minvalde olmayan birey, cemaat ve toplumların, Allah ve Peygamber (s.a.s.) ahlakından başka bir ahlakla ahlaklandıkları şüphesizdir.

     Müslümanlar farklı devletlere sahip olsalar da “Ümmet-i Muhammed” kavramına dâhil oldukları için birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Kur’an-ı Kerim’de; müminlerin kardeş olduğu,[35]aralarında dostluk bağının olması gerektiği,[36] bütün müminlerin birbirlerinin velileri olduğu,[37]yardımlaşmanın ve birbirlerine karşı merhametli olmanın inananların bir şiârı olduğu[38] bildirilerek ilişkilerde olması gereken temel ölçüler sunulmuştur. Masum Müslümanların kanının dökülmesine yol açacak bir eylem, kardeşlik hukukuna dair naslarda beyan edilen tüm ilkelerin ihlali sonucunu doğuracaktır. Bu sebeple bu tür şiddet eylemleri meşruluk niteliği taşımamaktadır.

     İslam Âleminin yakın tarihine damgasını vuran şiddetin dâhili ve harici sebepleri vardır. Bu nedenlere bağlı olarak İslam Âleminde şiddet son dönemlerde yükselme trendindedir maalesef. Şiddet ve terör, bölgesel olarak İslam Âlemine münhasır bir sorun değil, bilakis uluslararası bir sorundur. Ancak her yerin kendine göre koşulları olduğundan, İslam Âleminin de şiddeti doğuran kendine özgü özel koşulları vardır. Dış ve iç nedenler şeklinde taksim edilebilecek o özel koşullarından bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

     Dış nedenlerden bazıları

        1. Filistin topraklarında korsan bir İsrail devletinin kurulmasıyla İslam Âleminin bağrına bir hançerin saplanması. Yahudi ve Hristiyan Âleminin sınırsız ve kesintisiz yardımlarını alan İsrail, özellikle Arap Âleminin, “dostlar pazarda görsün” mantığıyla gösterdiği pasif ve göstermelik sözüm ona direniş, bu korsan devletin İslam Âleminin bağrında iyiden iyiye palazlanmasını kaçınılmaz kılmıştır.

     2. Rusya’nın Afganistan’ı işgale kalkışması neticesinde İslam Âleminde baş gösteren uyanış. Afganistan cihadında gerek maddi ve gerekse insan kaynakları açısından son derece cömert (!) davranan Suudi Arabistan, bu direnişin etkisiyle, -belki de aşırı bulduğu unsurları kendi içinden temizlemek amacıyla- o ana kadar eğitim müfredatında Fıkıh konuları arasında yer alan “Cihat-Seyr” konularının işlenmesine müsaade etmezken, Afgan cihadıyla birlikte bu konuyu müfredatına ilave etmiştir.

     ABD’nin de silah ve istihbarat desteği, Komünist Rusya’ya dikkatlerini teksif etmiş olan Müslümanları rahatsız etmemiş, bilakis “düşmanımın düşmanı dostumdur” prensibince hareket ederek memnun kalınmıştır.

     Ancak, bu cihat yıllarında yetişen insanlar, Suudi Arabistan vb. ülkelere çoğunlukla geri dönemediklerinden, daha sonraki dönemlerde ve bugüne kadar nerede bir silah sesi duyulmuşsa oraya çarpışmaya koşmuşlardır ya da koşturulmuşlardır. Keşmir, Bosna, Filistin, Cezayir, Irak, Suriye, Nusra, IŞİD… Maalesef ABD ve Suudi gibi ülkelerin cömert yardımları (!), o gün bu gündür İslam Âlemine çok pahalıya patladı; silah sesleri hiç kesilmedi, akan kanlar, ölen insanlar, alt-üst olan ekonomiler, yerlerinden-yurtlarından olan milyonlarca insan olarak İslam Âlemine döndü.

     3. Bosna, Keşmir, Çeçenistan, Irak, Suriye gibi ülkelere olan dış müdahaleler, bu toprakları ‘cihadi hareketler’ için münbit bir hale getirmiştir.

     4. Batı’daki İslam ve Müslümanlar aleyhindeki ayırımcılık. Fransa’da peçenin yasaklanması, Hollanda, Danimarka ve Belçika gibi ülkelerdeki sağcı partilerin Müslümanların sınır dışı edilmelerini istemeleri, Peygamber’in (s.a.s.) çirkin bir şekilde karikatürize edilmesi, ABD’de bazı rahiplerin Kuran yakmaları ve İslam’ın bir terör dini olduğunu işleyen filmlerin yapılması gibi adımlar, İslam Âleminin tansiyonunun yükselmesine neden olmuştur.

     5. Batı medeniyetinin Haçlı Seferlerinden bugüne İslam medeniyetine su-i nazarla bakması ve kendisinin arzuladığı, Hıristiyan Âlemine boyun eğen bir İslam’ı, ‘Soft İslam’, ‘Ilıman İslam’ gibi ambalajlarla İslam Âlemine pazarlamak istemesi. ABD’li bir stratejist olan Samuel Huntington’un “Medeniyetlerin Çatışması” başlığıyla yazdığı makale bunlardan biri sadece.

     6. Bölgesel veya uluslararası çekişmelerde dinin bir araç olarak kullanılması. S.S.C.B.’nin komünizm ihracına mani olmak için ABD’nin tavsiyesi (pardon direktifi) üzerine 1965’te Suudi Arabistan ve İran’ın girişimiyle “İslam Paktı” kurulur. Bu pakt, 1969’da “İslam Kongresi”ne dönüşür.

     Dâhili bazı nedenlere gelince…

     1. Toplumun inancına aykırı bazı yönetim ve yöneticilerin başa geçmeleri. Bunun sonucu olarak dini hassasiyete sahip kişi ve kurumların baskı altına alınmasına şiddet içeren tepkiler gelişti.

     2. Halkın kendi rengini yönetime yansıtma fırsatını vermeyen kral ve despot yönetimlerin pek çok Müslüman ülkeyi yönetmesi.

     3. İran’da meydana gelen İslam devrimi ve bu devrimin ihraç çabaları. Bunun sonucu olarak Lübnan, Türkiye gibi ülkelerde bu devrimi ithal etmek isteyen ‘cihadî hareketlerin’ zuhur etmelerine kapı aralamıştır.

     4. Şiddetten uzak olan hareketlerin şiddet içermeyen yöntemlerinin önünün kesilmesi. Cezayir’de FİS, Sudan’da Turabî hareketi, Türkiye’de Refah, Mısır’da İhvan gibi hareketlerin seçimlerle kazanılan haklarının cebir, hile ve şiddetle ellerinden alınması bunlardan bazılarıdır. Bu hareketlerin içinden ve dışından bazı kimseler, şiddet içermeyen yöntemlerin dertlerine deva olmadığını görünce, yer altına çekilerek şiddetin deva olabileceği inancına kapıldılar.

     5. Şiddete bulaşan pek çok İslami hareket, cemaat veya örgütün başındaki kişi veya kadroların İslami ilimlerde mütehassıs kimseler olmamaları. Bin Ladin işadamı, Eymen Zevahirî doktor, Şürkü Mustafa ziraat mühendisi… Bunların benzerlerini yaşadığımız coğrafyada da bulmak mümkündür. M. Hüseyin Fadlullah, Mevdudi, Ahmet Yasin gibi İslami ilimleri derinlemesine öğrenen hareket liderleri, İslam Tarihinde doğmuş olan fıkhi ve akidevi mezheplerin doğuş nedenlerini, bunların varoluşlarının menfi ve müspet taraflarını iyi analiz edebilmelerinin yanı sıra, dini nasların farklı farklı anlaşılmasının imkân ve sınırlarını çok iyi bildiklerinden, ümmet içindeki ihtilafın sınırlarını iyi takdir edebildikleri gibi, farklı düşünen kesimlere yaklaşımın keyfiyetini de sağlıklı bir şekilde tespit edebilmektedirler.

     6. İslam’a davet eden bazı kişi ve hareketlerin taşıdığı düşünsel ve fıkhi darlık ve yanlışlık.

     Dini argümanların zahirine takılıp gayesini umursamayan, dar bir düşünce dünyasına mahpus olan bu kesimlerin ortak bazı özellikleri şöyle sıralanabilir:

     I. Davette şiddetli, Müslümanlara nasihatte katı olmak.

     II. Ayet ve hadislerin zahirine bakıp, gayelerini bilmemek veya umursamamak. Davet, hukuk, insan hakları vb. alanlardaki nitelikten ziyade, sakal, misvak, takke, sarık gibi zahiri emarelere daha çok itibar ederler.

     III. İslam hukukundaki şaz görüşleri ön plana çıkararak kendilerine muhalif Müslümanlara savaş açmak. İslam kültürünün onca zenginliğine rağmen, özellikle İbn Teymiye gibi âlimlerin görüşlerini cımbızlayarak seçip kendilerine dayanak yaparlar.

     IV. Kendilerine muhalif olan Müslümanları kâfir, müşrik veya münafık olarak nitelemek.Seyyid Kutup (r.h.) dönemiyle birlikte İhvan’ın içinde ve onun dışındaki bazı hareketlerde, özellikle gençler arasında 1970’li yıllarla birlikte şiddet yanlısı kollar gelişmeye başladı. İhvan’ın ikinci Mürşidi Hasan el-Hüdeybi, 1969’da kaleme aldığı “Yargıçlar Değil Davetçiler” adlı kitap (Türkiye’de “İslam Dünyasında İnanç Sorunları” ismi ile İnkılâp Yayınları tarafından yayınlanmıştır), ‘hakimiyet’i sosyal, siyasal ve ekonomik konuların merkezine oturtan, bu yüzden de dikkatle ve bütüncül olarak okunmaması halinde hamasi bir gençliğin doğmasına yol açabilen S. Kutub’un düşüncesinden kopuşun deklare edilmesi anlamındaydı bir anlamda. Bu eseriyle İhvan hareketinin ‘Müslümanların cemaati’ değil ‘Müslümanlardan bir cemaat’ olduğunu ortaya koymaktaydı. Ki daha sonraları, S. Kutub’un (r.h.) bu tür yaklaşımlarına yönelik olarak “İslam’ın Siyasi Tefsiri” - Ebü-l Hasan en-Nedevî, “Hüküm ve Müslümanın Tekfir Edilmesi Sorunu” - Salim Ali el-Behensawî gibi kitaplar da kaleme alınmıştır.

     V. Kâfir ve münafıklara mahsus olan ayet ve hadisleri kendilerine muhalif olan Müslümanlara uygulamak.

     VI. Müslümanlardan kendilerine muhalif olanların görüşlerine saygı göstermeyip, yegâne hak yolun kendi yolları olduğuna inanmak. Bu da doğal olarak kör ve koyu bir taassubu doğurur.

     VII. Müslüman toplumları mürtet veya münafık olarak nitelemek.

     VIII. Mescit, ibadethane, kutsal yerlerin saygınlığını tanımamak. Özellikle mescitleri ‘mescid-i dırar’ olarak nitelemekten geri durmazlar. Camilere yaklaşımları bu olanların, diğer dinlere ait ibadethanelere bakış açılarını tahmin etmek zor olmayacaktır.

     IX. Kendilerine muhalif olanların yerlerini dârü’l-harb olarak nitelemek. Bunu yaparlarken de, yakın düşman ve uzak düşman şeklinde iki tür düşmandan bahsederler. Yakın düşman İslam Âlemi ve halkları, uzak düşman ise diğer ülkeler ve halklarıdır.

     X. Kendilerinden olmadığına inandıkları yönetim ve yöneticilere başkaldırmak.

     XI. Düşünce dünyaları insanlığın ve Müslümanların tecrübelerine dayanmayan, medeni bir hüviyetten uzak basit, kabilevi bir nitelik taşır.

     XII. Aşırı bir genellemede bulunarak, tüm insanları veya tüm Müslümanları, aralarındaki bireysel, cemaatsel, dinsel vb. onca farklılığa rağmen her hangi bir ayırım ve istisnaya tabi tutmaksızın aynı niteliklerle nitelemek.

     XIII. Tarih boyunca hayatın her alanında meydana gelen değişimlere karşı direnç göstermek.

     XIV. İhlâsın bir göstergesi olduğuna iman ederek çılgınca ölüme gitmek veya öldürmek.

     Özellikle dördüncü maddedeki neden, İslam Tarihine damgasını vurmuş, bugün bile varlığınıelim ve bariz bir şekilde Müslümanların canlarını yakarak devam ettirmektedir. Bunların pek çoğu kendine göre hüsn-ü niyet taşımakta, yaptıkları aşırılıklarla İslam’a hizmet ettiğini düşünebilmektedir.Bunların en somut örneğini kuşkusuz Hariciler oluşturmaktadır.

     İmam Ali’yi (r.a.) şehit eden mücrim Abdurrahman b. Mülcim hakkında tarihi kaynaklar onun zahit, takvalı ve salihbir kimse olduğunu, Amr b. As Mısır’da vali iken Kuran’ı öğretecek birisini talep etmesi üzerine Ömer (r.a.) Abdurrahman b. Mülcim’i gönderdiğini aktarmaktadır. Bu kişinin Haricilikten edindiği yanlış ve sapık düşünceler neticesinde İslam’ın erkânından bir rüknün canına girebilmeyi kendisi için ulvî bir görev olarak telakki edebilmiştir. Ondan sonra gelen Harici zihniyetten Umrân b. Hitan, İbn-i Mülcim’i şu beyitlerle methediyor:

     يَا ضَرْبَةً مِنْ تَقِيَ مَا أَرَادَ بِهَا           إلاَّ لِيَبْلُغَ مِنْ ذِي العَرْشِ رِضْوَانا

     إنِّي لأَذْكُرُهُ يَوْماً فَأَحْسَبُهُ                أَوْفَى البَرِيَّةِ عِنْدَ الله مِيزَانا

     Ey takvalıdan gelen darbe, onunla ancak Arş’ın Sahibi nezdinde bir rızaya varmayı istedi

     Ben anıyorum onu bir gün, sanırım o                yeryüzünün en vefalısı Allah katında mizanca

     Bu beyitlere karşılık Şafii ulemasından Ebu Tayyib Tahir b. Abdullah ise aynı vezinlerle şu karşılığı vermiştir:

     إني لأبرأ مما أنت قائله           عن ابن ملجمٍ الملعونِ بهتانا

     يا ضربة من شقي ما أراد بها         إلا ليهدم للإسلام أركانا

     إني لأذكره يوماً فألعنه          دنيا، وألعن عمراناً وحِطَّانا

     عليه ثم عليه الدَّهْر متصلاً             لعائن الله إسراراً وإعلانا

     فأنتما من كلاب النار جاء به           نص الشريعة برهاناً وتبيا

     Senin bu söylediklerinden ben beriyim                     bühtan olarak İbn Mülcim hakkında

     Ey günahkâr olandan gelen darbe, onunla ancak    İslam’ın bir rüknünü yok etmek istedi

     Ben anıyorum onu bir gün lanetleyerek                    dünyalarca ve lanetliyorum ‘Umran’larca (şehirlerce) ve ‘Hitan’larca (duvarlarca)[39]

     Üzerine olsun, sonra tekrar üzerine olsun kesintisiz Allah’ın lanetleri gizlice ve açıkça

     Siz ikiniz ateşin köpeklerisiniz, onunla geldi             şeriatın nassı burhan ve tibyan olarak

     Bu tür kişi ve grupların hüsn-ü niyet taşımaları, hiçbir surette kendilerini ve yaptıklarını masum kılmaz, yaptıklarının vahameti hüsn-ü niyetlerine kurban edilemez. Hele hele son birkaç yüzyılda her yönüyle ‘ifritleşen’ istihbarat örgütlerinin bu tür kişi ve grupları parmaklarının ucunda ne derece oynatabileceklerini tahmin zor olmasa gerek. Bu konuya ışık tutması bakımından şu hadis ne kadar manidardır:

     (Allah´ın emir ve yasaklarına giren meseleleri tatbikeden kimse ile yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur´a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip: "Yâhu ne yapıyorsunuz " diye sorunca alttakiler: "Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler).[40] Hadis, ümmetin dayanışma sorumluluğuna işaret ederek, aralarındaki cahiller ve yanlış uygulamaları neticesinde,iyi niyetli bile olsalar ümmetin batmasına göz yumulmaması gerektiğini ortaya koymaktadır.

     Hüsn-ü niyet taşıyan ancak Müslümanlara pahalıya mal olan tasarruflarda bulunan bu tür kesimlerin kendilerincedayandıkları bazı fikhî şunlardır:

     Cihat fıkhı

     Münkerin elle değiştirilmesi fıkhı

     Yönetim ve yöneticiye başkaldırma fıkhı

     Tekfir fıkhı

     Bu dört maddenin her birinde önemli bazı sorunlar ve yanlışlıklar vardır. Kısaca bazılarına bakmakta fayda vardır.

     Cihat Fıkhı…

     Burada iki çarpık anlayışın ön plana çıktığı görülmektedir:

     Birincisi; Mekke’de hedeflenen sahih, sağlam ve kavi bir imanın benlikte “ben”leşmesi ve nefsani “ben”in ona tabi kılınmasıyla oluşacak olan “Müslüman benlik” sürecini yaşamayan veya yaşamak istemeyen kesimlerin kestirmeden cihat alanlarına koşturmaları.

     İkincisi: Bu tür bir sürecin yaşandığı varsayılsa bile,cihada koşanların cihatla ilgili aşamaları ters yüz edip, cihadın son merhalesiyle işe koyulmaları.

     Münkerin elle değiştirilmesi konusu…

     Bu konu, Kuran ve sünnetteki emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker ile ilgili varit olan delillere mebnidir. Konuyu uzatmamak için sadece şu hadise bakmak kâfi gelecektir: (Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir).[41]

     Bu hadisin uygulanması konusuna dikkat edilirse –özel bir durum olmadığı sürece- işleyişin, hadisin sonundan başladığını söylemek mümkündür. Şöyle ki; Münker olan bir şeyi tanımak ve kalbiyle ondan buğzetmek, akabinde o münkeri yapanı uygun bir dille uyarmak ve nasihatte bulunmak, bunun münkerin izalesine kâfi gelmemesi durumunda ise elle değiştirme yoluna gitmektir.Hadisteki sıralama, kesin sonuç alma vb. nedenlere bağlanabilir. Ancak gerek uygulama ve gerekse hangi yöntemin daha faydalı olacağı hususu, tamamen münkerin yaşandığı koşullara bağlı olmakla birlikte, fiilî müdahalenin bir sulta ve muktedirliği gerektirdiği, konuyu irdeleyen ulemanın neredeyse ittifakla dile getirdikleri bir koşuldur.

     Bu işin bir boyutu…

     Diğer bir boyutu ise münkeri değiştirme şartlarıdır. O şartlar da şunlardır:

     1. Münker kabul edilen hususun ittifakla münker olduğu kabul görmüş olmalıdır. İçtihadî meselelerde münkerin reddi gibi bir durum söz konusu değildir.

     2. Gizli araştırmalarla tespit edilmiş değil, zahiren işlenmiş olması gerekir. Bu yüzden de hadis; “sizden kim bir kötülük görürse…” demiştir.

     3. Münker kabul edilen hususun reddedildiği esnada vukuu bulmuş olması gerekir. Olmuş bitmiş ya da daha sonra olma ihtimali olan konularda münkerin reddi söz konusu değildir.

     4. Bir münkerin reddi, daha büyük bir münkerin meydana gelmesine kapı aralamamalıdır.

     Bireylerin münkere müdahaleleri halinde bile gaye, münkeri o an için değiştirmekten öte daha mühim olan, o münkere bulaşan kimsenin bir daha o münkere tevessül etmemesini sağlamaktır. Bunun için de hikmet dolu bir yöntemle bunun yapılması gerekmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) pek çok uygulamasından biri olan şu olay güzel bir örnek olsa gerek:

     (Allah Resûlü (s.a.s.) ashabıyla mescitte oturuyorlarkenbedevinin biri içeriye girdi; belki bir şeyler sorup öğrenecekti. Bu adam gitti ve mescidin bir köşesinebevl etmeye başladı. Oradakiler, ‘Dur, yapma!’ diye müdahale etmek istediler. Peygamber (s.a.s.) ise, “adamı bırakın ve bevlini kestirmeyin!” dedi. Peki, Peygamber (s.a.s.) ona yönelik tavrı ne oldu? Dövdü/rdü/ mü? Yoksa hakaret mi etti?! Hiç biri… Ardından o bedeviyi yanına çağırdı ve ona nasihatte bulundu: “Şüphesiz bu mescitler bevl, pislik gibi şeyler için değildir. Buralar ancak Allah’ı anmak, Kuran okumak, namaz kılmak içindir.”Akabinde camideki bir adama; “gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökünüz; su o pisliği alır götürür, orası da temizlenir” dedi).[42]

     O kişi bir bedevi idi ve büyük bir olasılıkla İslam’ın mukaddesatından olan camilere bevl edilemeyeceğini bilmiyordu.Bu kişi bir provokatör de olabilirdi;  Müslümanların sinir uçlarına dokunarak galeyana getiren, hikmet ve vakarlarını berhava eden bir provokatör… Cahil birinin, art niyet taşımaksızın yaptığı bu yanlışlığın karşılığı fiili veya sözlü şiddet olmuş olsaydı, bu şiddeti uygulayanların camiye bevl eden o kişiye karşı bu davranışları daha ‘bedevice’ olacaktı. Hâlbuki din, medeni olmayı ve medenice davranmayı gerektiriyordu. Peygamber’in (s.a.s.) sergilediği bu medeni tutumun faydasının ne olduğuna bakmak lazım

     1. Cehaletten ötürü bir yanlışlığı yapan birine yaptığının yanlış olduğu öğretildi.

     2. Kendisine bu eğitim verilirken ve yardım yapılırken, şahsına ve şahsiyetine bir zarar verilmedi.

     4. Birilerinin kişisel tavrıyla değil, nebevi bir tavırla İslam’ın zarafeti ve şefkati ortaya konarak o bedevinin dinden soğutulmasına mani olundu.

     3. Bevl esnasında müdahale edilmesi halinde, hem o kimse sıhhat açısından zarar görürdü, hem de gerek beden ve elbisesi ve gerekse caminin başka yerleri necisolurdu. 

     Yönetim ve yöneticiye başkaldırı fıkhı…

     Dini referanslarda hem zalim, kâfir yöneticilere başkaldırıyı teşvik eden nasları görmek mümkün olduğu gibi, tam tersi, fitnenin nevş-u nema etmemesi için meşru sınırlar dâhilinde itaat edilmesi gerektiğini ifade eden nasları da görmek mümkündür. Ama asıl önemli olan Peygamber’in (s.a.s.) ve kendi dönemindeki sahabelerin uygulamasıdır kuşkusuz.

     İslam Âleminde zalim bir yöneticiye karşı yürütülecek olan silahlı bir mücadele, o yönetici ve avenesinden ziyade, oranın Müslüman evlatlarına daha çok zarar vermektedir. Silahlı İslamcı bir örgütün karşısında savaşacak olan asker ve polis de çoğunlukla o halkın içinden olan Müslüman evladı, hatta o örgütün içinden birileridir”.Bir örgüt, hangi İslamî nitelikle kendini adlandırırsa adlandırsın, bir halkın Müslüman olan evlatlarını öldürdüğünde, o halk arasında taban ve destek bulması neredeyse imkânsızdır.

     Tekfir Fıkhı…

     Yöneticilerin tekfir edilmesi konusunda hızını alamayan kimi yapılar, o yöneticiye boyun eğen, idaresinde çalışan, memurluk vb. işleri yapan kimseleri de, kalplerini yarıp bakmışçasına tekfire kalkışırlar. Bu söylem, minareyi çalmak için bulunan kılıftır. Çok özel şartların dışında insanların canı, malı ve ırzı kutsaldır, dokunulmazdır. Bunların dokunulur olabilmesi için tekfir, bir çıkış yolu olarak ön plana çıkmaktadır. Şayet tekfir edilenler inanç ve ibadetlerine sadık gibi görünüyor ve devam ediyorlarsa başka bir yafta bekliyor onları; o da münafıklık…

     Öncelikle birilerinin kâfir olması, onlara zarar verilmesini gerektirmemektedir. Hele hele günümüz şartlarında ve ulusal-uluslararası antlaşmaların eskiye oranla çok daha fazla ön plana çıktığı bir dönemde, klasik fıkıh kaynaklarında işlenen “dârü’l-harp / dârü’l-İslam” kavramlarını bambaşka bir mecraya çekmektedir.(Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.)[43]

     Aslında bu yöntem dönüp dolaşarak gelip sahibini vuran bumerang gibidir. Bu yöntemle insanlara zarar verenler, yine bu yöntemin kurbanları olarak başkalarından zarar görmeye mahkûmdurlar.

     Münafıklık konusunda ise; nifakla suçlananların münafık oldukları varsayılsa bile, kat’i surette münafık oldukları bilinen ve onlar tarafından İslam ve Müslümanlara verilen onca zarara rağmen, Peygamber’in (s.a.s.) o kimselere yönelik tutumu siyer ve hadis kaynaklarında nice hadisede zikredilmektedir. Nifak silahıyla başkalarına saldıran kimseler, Peygamber’den (s.a.s.) daha basiret ve ferasetli ve İslam’a daha düşkün oldukları iddia edilemez

     Savundukları konusunda başkasını ikna etmekten aciz kesimler, şiddet dili olan tekfir, tefsik, tebdi‘ ve nifakla suçlama gibi yollara başvururlar ki, bu suçlamadan sonra bu suçlamalarda bulundukları kesimlere yönelik yapacakları fiili şiddeti, kendilerince meşru bir zemine oturtmuş olmaktadırlar.

     İslam Âleminde şiddete başvurarak Müslümanların kan ve mallarının heder olmasına sebep olanlar, bu şiddetlerini sürdürebilmek, şiddet aleti olan silahı temin etmek için bunların üreticileri olan Yahudi, Hristiyan vb. kişi, şirket ve devletlere el açmaya mahkûmdurlar. Bunlardan aldıkları silahlarla Müslüman kanını akıtmaktadırlar. Hâlbuki fıkıh kaynaklarında dârü’l-harp olan ülkelere savaşta kullanabilecekleri at, silah, zırh, demir gibi maddelerin sırf ticarî amaç için bile olsa satılmasının yasak olduğu, bu yasağı ihlal edenlerin cezayı hak edeceği zikredilmektedir.[44] Bu hükmün temelinde düşmanların güçlenmesine fırsat vermenin, Müslümanlara zarar olarak geri döneceği fikri yatmaktadır. İslâm ülkesindeki şiddet ve kargaşa ortamı, sömürgeci devletlerin konumlarını ve güçlerini daha da artırmalarına fırsat sunmakta olduğu göz önüne alındığında bu fırsatı onlara vermek meşru olmayacaktır. Ki bu, Müslümanların gayri Müslimlere silah satışıyla, yani Müslümanların güçlü oldukları bir durumla ilgili olarak söyleniyorsa, Müslümanların onlardan silah almaları, yani Müslümanların güçsüz oldukları bir durumla ilgili daha neler söylenmez ki… Hem de o silahlarla din kardeşini vurmak için…

     Hükümet devirmek, sistemleri değiştirmek vb. için terör ve şiddete başvuran birey ve yapıların, arzu ettikleri sonuçlara kavuştuklarına tarih kaç defa şahitlik etmiştir? Bu tür yapıların çalışmaları ateş alan saman gibi, çok kısa bir sürede parlıyor gibi görünseler bile, akabinde sönmek ve yok olmakla karşı karşıya kalmaktadırlar. Şiddetle bazı kazanımlar sağlansa bile bunlar kalıcı olamamakta, uzun vadede bu kazanımlar berhava olmaya mahkûmdur.

     Müslümanların tekfir edilmesi konusunda merhum Abdullah Azzam’ın (r.h.) şu anısı manidardır:

     “Ben bu meseleyi çok araştırdım. Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında teşri-hukuk sistemi ve kanunların tespiti –meselesi gerçekten beni çok zor durumda bıraktı. Çünkü ben Mısır’da doktora tezi hazırlarken Enver Sedat’ın döneminde hapishanelerden Müslümanlar çıktılar. Bunlar bu mesele hususunda farklı görüşler taşıyorlardı. Bunlardan bir kısmı, tüm insanları tekfir ( küfürle itham) ediyor, diğer bir kısmı; Müslüman veya kâfir olduklarına dair herhangi bir hüküm vermekten kaçınıyor, üçüncü bir kısım ise; “La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah” diyen bütün insanların Müslüman olduklarını söylüyorlar.

     Bu konu beni çok uğraştırdı, meşgul etti. Çünkü bu Müslümanların bazıları camilerde namaz kılmıyordu. Bu ise büyük kargaşalara neden oldu. Tekfir meselesini gündeme getirenlerden biri rahmetli Mustafa şükrü... Enver Sedat, Mustafa Şükrü’yü Mısır vakıflar bakanı Zehebi isimli bir zatın öldürülmesi ile yargıladı ve idam etti. Mustafa Şükrü şu kaideyi geliştirerek kendi cemaatine girmeyenlerin kâfir olduğu kanaatinde idi “Kâfiri tekfir etmeyen (kâfir olduğunu söylemeyen ) kâfirdir. Kâfirin küfründe şüphe eden kâfirdir.”

     Bu şekilde düşünen gençler hapishanede Müslüman kardeşler cemaatinin lideri Üstad Hasan Hudeybi’nin yanına varmışlar ve ona:

     -“Sen mısır Cumhurbaşkanı Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylüyor musun?” Hudeybi de:

     -“Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylersek ne kazanırız, söylemesek ne kaybederiz?” diye cevap vermiştir. Tabi bu söz Hudeybi’nin aleyhine tam bir delil olarak ileri sürülmüştür. Hâlbuki Hudeybi siyasi bir cevap vermiştir. Fakat gençler Hudeybi’yi anlayamamışlar onu da tekfir etmişler, böylece ayrılıp yeni bir grup oluşturmuşlardır. Artık Hudeybi’nin arkasında namaz kılmaz olmuşlardı. Bunlar hapishaneden çıktıktan sonra karşılaştıkları kişilere:

     -“Abdunnasır ve Sedat hakkındaki görüşün nedir?” diye sorarlar, onların kâfir olduklarına dair cevap aldıktan sonra;

     -“Hudeybi hakkında görüşün ne?” derlerdi. Onun Müslüman olduğunu cevabını alınca da;

     -“Fakat o kâfir olan Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylemiyor. Kâfire kâfir demeyen de kâfirdir “diyorlardı. Sen onlara “haşa Hudeybi’yi tekfir edemem” deyince de seni de kâfirler listesine ilave ederlerdi.

     Vallahi! Bir gün yanıma devamlı gidip gelen ve beni seven Ürdünlü bir genç geldi. Bu genç Mustafa Şükrü’yü önder edinmiş, onun görüşlerine hayran olmuştu. Vakıa ben o genç kadar imanı hakkında gayretli olan ve dinine bağlı olan birini görmedim. Bu genç eczacılık fakültesinde okuyordu. Kahire’de gelip bazı günler benin yanında orucunu açıyordu. Günlerden bir gün Mustafa Şükrü ile görüştükten sonra beni ziyarete geldi. Benimle konuşmaya başladı. Ben onunla tartışıyordum. Nihayet namaz vakti geldi. Baktım ki o arkamda namaz kılmaya yanaşmıyor. Dedim ki:

     -“Buyur sen kıldır.” O bana namaz kıldırdı. Ben namaz için öne geçtiğim zamanlarda ise;

     -“Ben namazları cem ettim” diyordu. Ben onu açmak istiyordum.

     -“Açık mı konuşalım.” dedim ki:

     -“Evet, açık konuşalım” dedi ki:

     -“Ben senin kâfir olduğunu söylüyorum.” Dedim ki.

     -“Peki, arkadaşım neden?” mesele ne ?” dedi ki.

     -“Sen Müslüman kardeşlerdensin.” Dedim ki.

     -“Güzel, ben onlardanım.” Dedi ki:

     -“Müslüman kardeşlerden herkes kâfirdir”

     -“Niçin? Dedim. Dedi ki;

     -“Çünkü onlar kâfir Hudeybi’nin kâfir olduğunu kabul etmiyorlar.”

     Düşünüyor musunuz? Bu kadar kolay bir şekilde bunu söylüyor. Dedim ki:

     -“Gel buraya arkadaş. Dinle beni; İmam-ı Şafii ile imam Ahmet b. Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Şafii tekfir etmemiş, İmam-ı Ahmet ise tekfir etmiştir. Bunlar birbirleriyle tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir.” Fakat bu genç çok hararetli ve cüretkâr olduğundan bana şu cevabı verdi:

     -“Şayet ben orda olsam, Şafii ile tartışsaydım Şafii de namazı kılmayanın kâfir olmadığını söyleseydi, ben Şafii’yi tekfir ederdim.” Bende dedim ki:

     -“La havle ve la kuvvete illa billâh. Artık burada mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı.”[45]

     Şiddetin iç ve dış nedenleri olmakla birlikte, şiddetin ana nedenleri kalbi marazlar olan hırs, kibir, enaniyet, haset, öfke vb. nedenlerdir. İslam, bunların her birini haram kabul ederek ayrı ayrı tedavi eder, yerlerine kanaat, tevazu, diğerkâmlık, îsâr, hilm gibi meziyetlerle süsler. Bunlarla müzeyyen olan bir insan, bırakın bir insana, hayvanat ve nebatata bile eziyet etmez, şiddet uygulamaz

     İslam Âleminde önceliğin barışa mı yoksa savaşa mı verildiği konusunda üç farklı yaklaşımdan bahsetmek mümkündür:

     1. İslam’da asılolan barıştır, savaş hali arızidir.

     2. İslam’da asılolan savaştır, barış arızi ve istisnai bir durumdur.  Mısır’daki İslami Cihat Örgütü lideri Muhammed Abdüsselam Farec ‘İrtidat Zamanında Kaybolan Fariza: Cihat’ adlı eserinde şöyle dile getirmektedir: “Kuşkusuz Kuran, bizi tağutları izale etmeye çağırmaktadır. Bu tağutlar da ancak kılıç zoruyla izale edilebilirler… Bu itibarla, İslam’da cihat sadece savunma amaçlıdır ve İslam kılıçla yayılmamıştır iddialarında bulunan kimselere bu sözlerini reddetmek gerekir. Bu batıl bir görüştür ve pek çok İslam davetçisi tarafından kabul edilmemiştir.”

     3. Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin Fadlullah’ın dile getirdiği orta yol niteliğindeki bu yaklaşım var ki o, barışın da ve savaşın da İslam’ın esaslarından birer esas olduğunu savunmaktadır… İslam’da barışın asıl, savaşın ise arızi olması İslami düşünceye daha yakın durmaktadır. Belki de savaş veya barış konuları İslam ve Müslümanların maslahatıyla ilintilidir. Biri asıl, diğer ise arızi değildir. Bilakis her biri hayatın devinimi içinde kendi alanında ve ihtiyaç halinde asıl veya arızi olabilmektedir.[46]

     Sonuç

     Şiddet, insanın ve hayatın realitelerinden biridir. Bu realitenin külliyen hayatın dışına itilmesi doğru olmayacağı gibi, mümkün de değildir. Hiçbir yerde olmasa bile ceza hukukunda, savaşlarda şiddet kaçınılmazdır. Bu itibarla şiddetin tamamen bitirilmesinden ziyade bir ölçüye bağlanarak uygulanması doğru olandır. Bu ölçü de, Peygamber’in (s.a.s.) yaşamında tecellisini bulan dindir; birilerinin dinsel söylemleri değil… Bu ölçüyle, şiddetin kaçınılmaz olarak kullanılması gereken yer, zaman ve oran doğru ve sağlıklı bir şekilde belirlenir. Bu ölçüyle uygulanan şiddet meşru sınırlarda kalırken, bu ölçünün dışına taşan şiddet ise zulüm olur. Sadece hedefin meşru olması yetmez, o hedefe ulaşırken izlenen yöntemin de meşru olması gerekir. Terörle ulaşılabilecek hiçbir meşru hedef olamaz.

     İslam’ın olduğu yerde terör, terörün olduğu yerde ise İslam yoktur.


[1] Bkz: http://www.qaradawi.net/new/all-fatawa/1362-

[2] Age.

[3]Bkz: http://www.qaradawi.net/new/all-fatawa/1362-

[4] Tevbe: 9/38 – 39.

[5] Nisa: 4/75.

[6] Age.

[7] Buhârî, Ezan, 29; Müslim, Mesâcid, 251.

[8]İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, c.1, s. 70.

[9]Ebu Davud, Hadis no: 495; Ahmed b. Hanbel, Hadis no: 6650. (el-Elbanî, el-İrva, 247’de bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.)

[10] Nisa: 4/34.

[11] Detaylı bilgi için bkz: İbn Aşûr, Tahir, Makâsidü’ş-Şeriati’l-İslamiyyeti, , Dârü’n-Nefâis, İkinci Baskı, 2001, Ürdün,c. s. 207-230.(Bu eser, Türkçeye “İslam Hukuk Felsefesi – Gaye Problemi” adıyla Rağbet Yayınları tarafından basılmıştır.)

[12]Bkz. Bakara: 2/216, Nisâ: 4/77, 84; Enfâl: 8/65, 74; Tevbe: 9/38.  

[13] Sait, Cevdet, Mezhebu İbni Âdemi’l-Evvel, Dârü’l-Hicre, Dördüncü Baskı, 1986, Lübnan, s. 135-136.

[14] İbn Kayyim, Medâricü’s-Salikîn, c. 2, s. 517.

[15] Maide: 5/98.

[16] En’am: 6/165.

[17] Ra’d: 13/6.

[18] Hicr: 15/49-50.

[19] Enbiya: 21/107.

[20] Ali İmran: 3/159.

[21]Buhârî, Hadis no: 6256-6395; Müslim, Hadis no: 2167-2597.

[22]Furkan: 25/63.

[23]Buhârî, Hadis no: 3477-6929; Müslim, Hadis no: 1792.

[24] Hâkim, 1/35. Zehebi de onu tasdik etti.

[25] Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16.

[26]Müslim, Hadis no: 2594.

[27] Ebu Davud, Edeb, Hadis no: 4950.

[28] Meryem: 19/ 41-47

[29] Taha: 20/42-44

[30] Bi’r-i Maûne ve Racî’ vak’alarında şehîd edilen 79 sahâbî bu rakamların dışında tutulmuştur. Zira onların hedefi, gelen davetler üzerine gittikleri beldelerde İslâm’ı anlatmak idi ve yolda tuzağa düşürülerek şehit edilmişlerdi.

[31] Konumlarındaki farklılık sebebiyle bu rakamlar arasında, işledikleri savaş suçu ve açık ihanet sonucu muhakeme edilerek hukukun kuralları içinde ve farklı zamanlarda öldürülen 14 kişi ile 400 Benî Kurayzalı yoktur.

[32] Bkz. Reşit Haylamaz, Şefkat Güneşi, s. 62-63.

[33]Fetih: 48/1.

[34] Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, Ankara, 2003, c. 1, s. 258.

[35]Hücurât: 49/10.

[36]Âl-i İmrân: 3/28, 118.

[37] Tevbe: 9/71.

[38] Şûrâ: 42/39; Fetih: 48/29.

[39] Şair burada Umran b. Hitan’ın ismine göndermede bulunuyor.

[40] Buhârî, Hadis no: 2493.

[41] Müslim, İman: 78; Tirmizî Fiten: 11; Nesâî, İman: 17; İbn Mâce, Fiten: 20.

[42]Buhârî, vudû 57; Müslim, tahâret 98-100.

[43] Mümtehine: 60/8

[44]Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, IV, 1567-1569; Merginânî, el-Hidâye, II, 139; Meydânî, el-Lübâb fi Şerhi’l-Kitâb, IV, 123; İbn Ferhun, Tebsiratü’l-Hükkâm, Beyrut, t.y., II, 142; İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 349. 

[45] Azzam, Abdullah, Cihat Dersleri, c.1, s.186-189, Buruç Yayınları, 1997, İstanbul.

[46] Azzam, Abdullah, Cihat Dersleri, c.1, s.186-189, Buruç Yayınları, 1997, İstanbul.

[46] Fadlullah, Muhammed Hüseyin, el-Cihad, Darü’l-Mellak, s. 219-220.


 

Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim