“Her gîya li ser koka xwe hêşîn dibe.”
Gotina Pêşîyan
Hazıra konduk. Geldiğimizde her şeyi yerli yerinde bulduk. Su kaynaklarda çağıldıyor, bulutlar gri gri arşın koynunda rahmete gebe dolanıyor, kuşlar kümeler halinde kanatlarını çırpıyor, uçuyor ceylanlar nazlı nazlı ağaç dalları arasında ışığın düştüğü, aydınlattığı, tebessüm ettiği suya iniyor, bülbül feryat lisanı ile gülün dikenleriyle kanamış yüreğinde aşk mersiyeleri diziyordu. Keklikler, kelebekler, çiçekler, yırtıcı hayvanlar her şey yerli yerinde idi. Dağlar olabildiğince kıvrım kıvrım uzanmış, gök çeşit çeşit yıldızlarla donatılmış, güneş gündüze, ay geceye iliştirilmiş; yere yağmurdan damlalar indirilmiş, toprağın kalbi kıpırdamış, kabarmış ve çimlere, çiçeklere bezenmişti. Âlemde hoş kıpırdamalar vardı. Dünya büyük bir düzen ve denge içinde ahenkle dönüyordu.
Hiçbir şeye elimiz değmedi. Dahası elimiz değdikçe birçok fonksiyonunu yitirdi tabiat. Tahrip edildi, incindi, ezildi, buruştu, kırıldı. Varlığımız, nezaket ve rikkatle nebatat ve hayvanatın kalbini incitmeden, hassas bir şekilde ayaklarımızı atmakla değer kazanacaktı. Değil insanın, hiçbir canlının yuvasına ve yaşama hakkına kastetmeyecektik. Ne kadarını becerebildik, o bir muamma.
Gündüzleri açılan kitap, geceleri esrara bürünüp, sessizliğe gömülüyordu. Karıştırdıkça, indikçe derinliklerine içinden inciler ver mercanlar dökülüyordu.
Yağmur damlacıkları büyük bir serüvenin içine düşmüştü. Çimleri ıslata ıslata derelere karışıyor dereler kendi halinde, iştiyak ile akıp duruyor, taşları okşuyor, çaylara, nehirlere ulaşıyor ve denizlere, okyanuslara doğru durmaksızın, aralıksız bir şekilde tüm engelleri aşarak enginlerden dökülerek, çaba ile akıp büyük vuslata gidiyordu.. Okyanus bir damlanın akışıyla, harekete koyuluşuyla oluşuyordu. Damla yolunu bulmazsa yosun tutar, bataklaşırdı. Ya da korurdu.
Kimse hiçbir şeye müdahil olmuyordu.
Bir okuyanı, bu işin sırrını çözecek, gizli defineyi açığa çıkarak bir öz/ne eksikliği büyük bir boşluk gibi duruyordu kâinatın tam ortasında.
Öylesine manasız değildi hiçbir şey. Evrenin dilini çözecek birine ihtiyaç vardı.
Güneşe dokunacak, suya türkü çığıracak, hayata umut ve neşe katacak, kuşların diline merak salacak, goncanın dirilişini ve kokusunu kalbinin atışına eşik edecek, konuşacak, koşacak, yorulacak, çalışacak, çabalayacak, kaygı güdecek, dert taşıyacak, endişesi olacak bir varlık lazımdı. Yani varlığın halifesi olacak. Varlığın en latif, naif, diğerkâmlı, mesrur unsuru haline gelecek. Mahlûkatın şeref sancağını ruhu ve pratiği ile taşıyacak.
Gök ve yer arasında gezinen, dolaşan bir bilinç lazımdı.
Bilmek gerekti, bu sebeple iş insana düştü.
Ve en önemli karar alınıyor, insan dünya sahnesine çıkıyordu.
Toprak kadar güzel kokuyordu. Zira oda topraktandı.. Etten, kemikten, bir damlacık sudan, çamurdan oluşan insan; ruhu, derdi, kalbi, ufku lekelenmedikçe, mayası ekşimedikçe de hep güzel kokacaktı. Özünü muhkem kalelerde koruyup kolladıkça emin ve güvende kalacaktı. Aşk ilişince topraktan insana, gülden kokular gelir kendisinden, sevgi tohumu serpildikçe güzellikler ve iyilikler ulaşır en ücra yerlere, ruh olur, can olur, meyvaya durur, bahar yeşerir dal budak. Doğanın çehresinde nazenin süs olur.
Diline kelimeler iliştirildi. Ve en büyük farkı için irade ve akıl, özgürlük ve sorumluluk bahşedildi. Lügatında günahta vardı, tövbede vardı. Düştüğünde, yalpalandığında ve karardığında, tutacak, yıkayacak kelimesi vardı. Aklayacak gözyaşlarını taşırdı ruhunda, gözbebeği gibi duran.
Özel donatılan özne, özelliklerini, rengini, kokusunu ve tadını kaybetmeden, yitirmeden, beşikle mezar arası ve ötesi bir imtihan içindeydi.
Kâinatın göbeğinde isyan ve itaat ikliminde bir arayış içinde başladı hayat. Her şey aramaya koyulmakla başlıyordu. Arayanın gözlerinin önündeki perdeler çekilirdi. Aramayan gözlerine kendi elleri ile perde çekerdi, körlüğü mucizevi yaratılışı temaşaya yeğlerdi. Ne geldiyse de kendi kararı ve tercihiyle gelmedi mi insanın başına.
Eşyanın hakikatini ve sesini, sessizlik içinde öğrendikçe açılacaktı demir sürgüler çekilmiş kapılar bilgi ve inanç ile yoğrulan bir hayata. Kalenin, surların, geçitlerin ve engellerin ardındaki hayat ve akan suların sesine meftun olacak bir zihin asıl yurdunun özlemi içinde bir hissiyat faslıyla dilini ısıracak ve içten içe benliğini z/f/ikre saracaktır. Tutsaklıktan özgürlüğe doğru seyr û sefer içinde geçen cefalı ömürde dahi hoş bir seda vardır. Taşları kaldırdıkça daldığı zikrin sesini duyacaktır kalp gözümüz. Sükût içinde fikir damlayacaktır sadrımıza. Ne kadar ciddi yaklaşımlar içinde olursak, kâinat bize o denli açılacak, kendinde meçhul ve kendine has sözcükleri ve anlamları düşürecektir dilimizden özümüze ve yeni bir gün doğacaktır kararmaya ve sönmeye yüz tutan iç âlemimize. Bir ışık huzmesi ile ufukta taze bir umut sallanacaktır.
Sabırla ve inatla sürülmeli hakikatin izi.
Varlığın üzerindeki giz, çaba ve samimiyetle kaldırılmalı. Hayatın bundan ibaret olmadığı akıp giden günde, durmadan değişen mevsim ve yeryüzünün kabuk değiştiren çehresinde bize durmaksızın hatırlatılmaktadır. Bu bazen bir yaprağın diliyle bazen akan nehirlerin veda busesi kondurarak, uzaklara çağıldarken çıkardığı sesle bazen de yanı başımızda yitirdiklerimiz, uğurladıklarımızla. Ve bir bakarsın tükendiğini hissettiğin bir anda bir kelebek hatırlatır, damıtır umudu tüm zarafetiyle, pervane gibi dönerken, ışıkta kanatlarını yakarken.. İyilik adına ne varsa onların safına katılmak, onların dilini ve yüreğini taşımak ne yüce bir çıkış ve duruştur.
Bir dervişin ruhu içimizi esrik bir hale bürümeli ve bir gezginin izleri ardına düşüp yol yol cadde cadde kentin ışıkları altında dağlar ötesinden lâleleri koklayarak göç etme için hep yükseklere, âli âlemlere, bizi çeken rayihalara doğru yürümenin, fıtratın ve koptuğumuz menzile dönüş yolunda nazır olup kendimizi nezredebilmek, hasredebilmek ve yol ehli olabilmek sevdasına düşmeliyiz.
Kentin içinde yanan ışıklar olmalıyız. Biz gecenin içindeki ay gibi sabır kaynağı olmalıyız. Bizi görenler sırtını karanlığa verip bize yürüyebilmeliler.
Hakikatten başka da bir dayanağımız ve sevdamız, baş koyduğumuz bir davamız olmamalıdır.
Yapay ve suni, faydasız ve keyfiyetsiz gündemler bizi telaşa vermemelidir. Dahası ümitlerimizi ve ümit olma arzu ve ülkümüzü zedelememelidir.
Hâsılı insanın daha ciddi ve hayati bir gündemi olmalıdır.
Bırakıp gideceğimiz şeyler, bize hükmetmemelidir. Geçici şeylere dalan aldanır. Aldanan aldatır. Bu sebepledir ki, patiskalı tuluklarımızda salih ameller ve iyi niyetler birikmelidir.
Bilinç ve doğruluk dolu heybeler ile yürüyüş ta ki vuslata teşne olana kadar devam etmelidir.
Dağ gibi ağır yükümüz ve yükümlülüklerimiz var bizim. Hassas bir denge üzerinde kurulmuş bir yaşamdır bizimkisi. Sınırlarını bilen ve haddi aşmayan.
İçinde birçok unsurun ipuçlarını barındıran ve uzun soluklu bir kavramsallığa tekabül etmektedir bu yolculuk.
Kendi külleri üzerinde, hayata tutunma, yaşamı solumadır.
Kendi toprağında biten bir çiçeğin, farklı bir toprağa kök salamaması, bünye uyuşmazlığı yaşaması gibidir. Uzaklığı erimi, tükenişi, solmasıdır.
Kendine uygun iklim koşullarını arayan ve yaşamak için göçebe bir hayata doğru kanat çırpan göçmen kuşlarının uçtuğu ve konduğu yabancı ülkelerde çektiği sıla ıstırabı ve hasreti ile geçen yılların esrarı var içimizde…
Zamanı gelince de yuvasına, ailesine, toprağına, doğduğu, gözlerini açtığı, yurt bellediği kışlasına dönüşü gibi serin bir ruh ve derin bir anlamsallık ve mana yoğunluğu var, bizim öz yurdumuzun kıyılarında.
Öylesine ucuz yaşamamalı insan. Yol uzun ve oldukça çetrefillidir. Her karışında bariyerler kurulmuş, özümüzle aramızda binlerce engel, set ve duvarlar kurulmuş yıkılmayı bekleyen, gücü elde etmeyi gerekli kılan. Bilenmeyi zorunluluk haline getiren…
Bu yolda yürümek, bedeli göze almak, yokluğu anlamak ve içten içe buhurdayan samimi bir duygu ve bilinç ister. Liyakat ister. Dürüstlük ve gayret ister.
Düşünce yola, tüm taasupkar örtülerden sıyrılmayı, ruhu azat etmeyi, içinde durduğu çeperi yarmayı, tüm kuşatmışlıklardan geçip, perdeleri yırtıp özgürlüğü solumayı, kendine, özüne kavuşmayı ve dinginliğe erişip, boş, kof düşleri berhava etmeyi, küllerini ülkeler uzağına, varlığın öte bucağına salmayı ister.
Yeniden bir keşif yolcusudur, arayışa koyulan ciddileşen birey.
Taşların ruhunu dinlemeyi, nefesini hissetmeyi, yağmur sonrası baygınlaştıran toprak kokusunu, rüzgarın esişine mana yüklemeyi, varlığı yeniden yorumlamayı, havayı derinden solumayı, var olanlara, güneşe, aya, geceye, gündüze, vakte sığanlara ve özüne daha farklı bir kulvar açarak yeni bir boyut kazandırıp bakmayı öğrenme işçiliğidir, arayışın izini sürme.
Hayatın akışı, aktığı yön ve ardına gizlenen sonsuzluk tüllenir, külleri dağılıveren, boğumları silinen, düğümleri çözülüveren kalp gözünün parlak ve berrak ufkunda, ruh aynasının önünde...
Dönüşümleri, gelişimleri, olgunluk evresini yakalamayı ister. Kemalata varmak için derin içerikli bir yürüme icap eder. Statik ve donuk bir fikir ve ruha sahip olmadığımız, hatta aynı gün içinde çok farklı düşlere ve düşüncelere kapıldığımız, bulutlu yüreği ve masmavi güneşli göğü içimizde taşıdığımız bedihidir. Dinamik, değişken, gelişmeye ayarlı, sürekli katan, alanını genişleten, çapının sınırlarını zorlayan, cüzi iradesinin varabileceği tüm olanakları külli İradenin bir parçası olarak kullanıp, aşkınlığı yakalama prensibi içinde olan, etkin bir kişiliği inşa etmektir bu uğraş ve çaba.
Evet… Biz donuklaştık.
Küresel yanılsamaların, seküler dişlerin çarkları içinde öğütüldük. Yabancılaştık. Normalleştiğimizi hisseder hale geldik. Çaba içinde olmayan bir yanımız ağır bastı. Uzaklaştırıldık. Kendi öz benliğimizden koptuk. Mesafeler ve aralar olabildiğince açıldı.
Çağımız gençliği bu buhranın sancılarını en derininden acıyla çekiyor. Bilinçten ve üretkenlikten yoksun bir tüketici kesim gittikçe daha çok göze ilişir, meydanları, alanları kaplar hale geldi.
Bir nesil inhirafa sürükleniyor. Sosyal buhranlar içinde kendisini tatmin etmeye vermiş bu nesil artık ciddi bir şekilde yaşamla cebelleşiyor. Sancılar içindedir. Yokluk ve boşluk daraltıyor. Havsalası tarumar ve derbeder… Ufuksuz ve talihsiz bir cenderede çığlıkları doyulmayan sönük papatyalarımızın imdat çığlıklarına, sessiz hıçkırıklarına, onların eritildiği sokaklara revan olup tutmalıyız ellerinden, bir umut fısıltısı serpmeliyiz, taze körpecik ruhlarına.
Umut üfürmeliyiz yüreklerine. Kıpırdamalı nefessiz kalan, ölüme terk edilen hücreleri, hissetmeli bunu irkilerek her zerresi ile.
Cinnet hali ile daralan sinelere bahar sabahının ziyasını sızdıran menfezeler açmalıyız, hakikatle aralarına örülmüş kalın duvarlardan. Bakışları ışığa döndürülmeli. Omuzlarından tutup sarsmalıyız, Uyandırmalıyız henüz çok geçmeden. Sevkiyattan, bekleyişlerden haberler taşımalıyız. Neslimizin bir yerlerde pusuda duran ve onları ikircikli bir hayatın kucağına iten sorumsuz bir gidişat ile debelenmelerine öyle seyirci kalamayız. Cilalı, boyalı hayatlarla aldanmalarına göz yumulmamalı.
Biz öyle garip bir şekilde seyredemeyiz.
İçimizde taşıdığımız güneşlerimiz, dünya denizinde alabora olup batmamalıdır. Âleme ufuk olup evreni ışıtmaya devam etmenin yollarını dizmeliyiz önlerine.
Köklere sıkı sıkıya tutunan gövdeler gibi, çaresizliğimizi bilip bir ucundan tutmalıyız ötelerden sarkıtılan kurtuluş ipinin, o derin, o serazat güftenin çağrısını duyarak, ardına düşüp, vuslat makamına yürümeliyiz.
Tabiatın çehresine düşen nikapları bir bir kaldırarak, görmeli ve göstermeliyiz ötenin yollarımıza ve ruhlarımıza döşenen işaretlerini. Yüreklerimizdeki yankısını ve durmaksızın çağıran sesini işitmeliyiz.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 7