• BIST 9693.46
  • Altın 2496.161
  • Dolar 32.4971
  • Euro 34.5977
  • İstanbul 13 °C
  • Ankara 13 °C
  • Van 17 °C

TAZE GELİNLER*

Necmeddin Karasu

Arabalarımız yoktu. Imkanlar sınırlı, çalışma şartları ağırdı.

 

Geçim kaynağı topraktı. Ellerimiz çapa, kürek, kazma saplarını kavramaktan nasırlaşırdı. Sanki 15 yaşında doğmuş gibiydik, oysa çocuktuk daha. Ellerimiz oyuna doymamıştı.

Gün erkenden başlardı. Imam “Allah-u Ekber” dediğinde başlardı zaman. Horoz ötme telkinini  dedelerimizin kapı gıcırtısından alırdı. Uzun öterdi nedense, herkese sesini duyurmak zorundaymışçasına.

 

Bir de Taze gelinler…Onlar en erken uyanırdı. Abdest için sıcak su, kurulanmak için temiz bir havlu hep kapının iç kısmında hazır dururdu. Bundandır ki, günün ilk dualarını hep gelinler alırdı.

Taze Gelinler evin nazlı kızıydı, Evin erkekleriyle işaret diliyle konuşur, örtülerini burunlarının üzerine kadar çeker, gözlerine kadar örtünürlerdi. Taze gelinler ilk 3 ay  gelin örtüsünü(Xeli) örtmeye devam ederdi. Acayip severdik, çocuktuk, nazlıydık. Onlar ise yeniydi. Eve, evdekilere yabancı olurlardı. En rahat oldukları zaman, evin çocukları ile oldukları zamanlardı. Çocuklar elçileriydi gelinlerin, yani bizler. Bu elçilik çoğunlukla yavukluluk döneminden başlardı. Mektup postacılığından başlardı sıcak dostluk çocuklarla gelinler arasında.

Elleri hep kınalı ve güzeldi. 1. Boğuma kadar kan kırmızısı kına sürerlerdi parmaklarına. Ve avuç içlerine tabii ki. Sandukalarında mutlaka çocuklar için birşeyler vardı. Avuçlarını şeker, kuru meyve ile önlerimizde her açtıklarında, daha bi güzelleşirdi elleri. Esasen her yeni gelin güzeldi.

 

Çocuktuk henüz. Uzak tarlalarımıza çalışmaya giderdik hep beraber. Ulaşım aracı At arabasıydı. Sabah gün ışımadan uyandırılırdık. Uyku mahmurluğu çekilmezdi kirpiklerimizden. Horozları sevmezdik, savaş zamanlarındaki siren sesi ine ise, bizim için horoz sesleri o idi. Bir de davudi tok tonlu babalarımızın sesleri. Uykunun şerbeti daha yeni damağımıza tat verecekken öterlerdi uzun uzun.

Bir gözümüz kapalı binerdik adeta at arabasına, yorganımız yada kalın bir örtüyle beraber. Yol uzun, at nalı sesleri ninninin hep aynı ritimdeki notaları olurdu bizim için. Horozu ne kadar sevmiyorsak, atı o kadar çok severdik. Faytona biner binmez başımızı dayayacak bir diz arardık. Çoğunlukla taze gelinlerin dizleri olurdu. Henüz çocukları yok, dostları, çocukları, kardeşleri, sırdaşları bizler olurduk.

Severdik taze gelinleri. Bazen ağzımıza bir şeyler tıkıştırırlardı yarı uykulu. Mihnetle bakardık yazmalarının arasından gördüğümüz göz bebeklerine. “Kimse görmesin, bu sana kıyağım” der gibi kırparlardı gözlerini.

Tarlada çalıştığımızda, küçük bedenlerimize göre pay edilirdi bizimle iş. Buna rağmen tembellik yapar nazlanırdık.

Tarlada iş pay edilirken, gelinlerin yanını biz alırdık. Kendi paylarında çalışırken, arada bir bizim tarafa da birkaç çapa vurulardı. Biliyorlardı, bizim payımız da bir şekilde onların yükü olacaktı.

Gelinler hep en hızlıydı. Hızlı olmak zorundalardı, zira “Çalışkan Gelin” Payesi mühimdi. İlk onlar bitirirdi kabalelerini. Kendi payları bittiğinde bizim yanımıza ilişiverirlerdi. Konuşmadan iteklerlerlerdi bizi kenara.  Süphan dağı gibi gözlerimizde büyürdü iş. Muş ovası’nın tamamında çalışacakmışız kadar ağır gelirdi. Gözlerimiz büyürdü gözlerimizde büyüttüğümüz tarlayla beraber.

Ne zaman kınalı bir el ilişir ellerimize, Süphan dağı karıncaların biriktirdiği yuva toprağı gibi küçülürdü yükümüz gözümüzde. Zira artık kınalı gelin bizim yanımızdaydı. Nefesimiz açılır, zinde bir kuvvet dolanırdı çocuk bedenlerimizde.

 

Kahvaltı, ilk nefes çalışmadan sonra yenirdi. Gelin kendi payına düşen mışareleri (Ekin arkları/sıraları) önceden bitirip, evin genç kızıyla kahvaltı hazırlamaya başlardı.

Kahvaltı çoğunlukla tandırda geceden pişen tereyağlı pornik ekmeği ile Kar yada buz katılmış ayran için  hazır dutan yoğurt olurdu. Taze çay, koyun peyniri, tereyağı, çökelek çeşnisi olurdu bazen.

Kahvaltıdan sonra aynı çalışma temposu gün tepeye çıkıncaya kadar devam ederdi. Öğlen paydosu, gölgelerimiz doğuya boyun eğene kadar devam ederdi.

Sonra Oglen molası verilirdi. Taze gelin ve evin kadınları hummalı bir yemek hazırlığına başlardı. Öğlen yemekleri yenir, herkes dinlenmek için kıvrılacak bir yer arardı. 2 saat öğlen molası vardı. Araba gölgesi erkeklerindi. Çocuklar her yere kıvrılabilirdi. Bazen babalarımızın koynuna, bazen amcalarımızın bacaklarına dayardık başımızı.

Ama Taze gelin varsa, o nerde, biz orda olurduk. Gün boyunca nimetlenmeye devam ederdik ellerinden. Saçlarımızı okşarlar, üzerlerimizi örterlerdi. En yumuşak otları sererlerdi altımıza yatak niyetine. Onlar da bizimle uyurdu. Bizimle ilgilenmeleri can simidiydi zira. Bizimle ilgilendiklerinde, büyükler daha az iş buyururdu.

Büyüklerimiz hukuk gözetirdi. Kalkma vaktinde, geline seslenmezlerdi. Biz çocuklara seslenirlerdi. Taze gelin yanımızda ise ve biz kalkmazsak, bir daha seslenmezlerdi. Şayet onlar bize seslendiklerinde gelin kalkarsa, bizi uyandırırdı. Bazen biz duyardık bize seslendiklerini. Gelin ağzımızı kapatırdı, biz anlardık biraz daha dinlenmek istediğini. İşbirlikçi olurduk onlarla, kalkmazdık. Başımız dizlerinde olurdu. Onlar kalkarsa biz de uyanırdık ya hani. Bu da işin bahanesi olurdu.

Onlar da muziplik yapardı bizler gibi. Şakalaşabilecekleri, kendi olabilecekleri zaman, bizimle oldukları zamanlardı, sığınakları dostlarıydık biz. Bazen burnumuza tüylü  otları sürerlerdi biz uyurken, dudaklarımıza bir de. Ellerimizle burnumuzu yüzümüzü kaşıyıp/buruşturup dururduk.

Ha karıncaları unutmamak lazım. Kulak memelerimizi sarı karıncalara ısırttırırlardı. Sinir olurduk. Olan zavallı karıncalara olurdu.

 

Akşam gün batımına bir karış kalıncaya kadar çalışmaya devam ederdik. Gün batımına bir karış kala herkes işi bırakır, etrafı elbirliği ile toparlamaya koyulurdu.

Biz atı getirmeye giderdik. Kadınlar etraftaki öteberiyi toplardı. Erkekler, çalışma aletlerini kazdıkları ve içine su doldurdukları çukura yerleştirirlerdi. Güneşten ve tarlaya vurulan darbelerden çapaların/dirgenlerin sapları gevşerdi. Her akşam, sapları şişsin,gevşemesin diye suya koyarlardı. Bir sonraki gün geldiğimizde, sapları iyice şişmiş ve kavileşmiş olurdu.

 

Dönüş yolu iftarı bekleyen oruçlu keyfiydi bizim için. Ayaklarımızı Faytonun kenarından aşağı sarkıtırdık. Çıplak ayaklarımıza uzayan otların ucu dokunurdu. Gıdıklanırdık. Bazen dikenleri batardı ayaklarımıza, dikenleri çıkarmak dostlarımız gelinlere kalırdı. Bazen şarkı söyletirlerdi bize dönüş yolunda. Çoğunlukla babam söylerdi.

Biz Faytonun arkasına binerdik, gelinler de öyle. Faytonun arkasına bindiğimizde, erkekler gelinlerin yüzünü görmezdi. Gelinler erkeklerin görebileceği yerlerde yemez içmezlerdi. Dönüş için çoğunlukla çıkınlarında çekirdek olurdu. Karpuz yada kabak çekirdekleri. Çekirdekleri onlarla birlikte çitlerdik. Ayaklarımızla işaretleşirdik çekirdek bittiğinde. Biz ayaklarına vurdukça, onlar avuçlarımıza bir avuç daha koyardı.

Eve geldiğimizde gün kararmış olurdu. Annelerimiz akşam yemeklerini hazrılamış kapıda hazır sofraya oturturlardı. İlk “hoş geldin” evin reisine olurdu. Peşi sıra “ Kızımı fazla yormadınız değil mi?” diye gelinin gönlünü hoş eden hamilik laflar ederdi. “Çalışırken yüzünü iyice ört, güneş vurmasın yüzüne karartmasın” tembihi, yine geline olan sevgiyi ifade etmenin bir başka yoluydu.

 

Evet, imkanlar sınırlı, yük ağır ama gönüller rahattı. Iffet, taze gelinlerin ziynetiydi.

Sevgi doyumsuz,  saygı imandandı.

Taze gelinler sığınağımız, örtümüz, yastığımız ve dostlarımızdı.

 

Yıllar çabuk geçti ne yazık ki. Bizler büyüdük, onlar çocuğa karıştı. Şimdi her birimizin hiç unutmadığı anıları var. Ne eski gelinler kaldı, ne eski çocuklar.

Metropoller bizi bizden kopardı. Şehir kültürü iyiye dair hazinelerimizi bir bir yutmakta şimdi.

Yıllar sonraydı bu anıları konuştuğumuz.

Halen gözlere kadar yazma ile örtülen yüzlerin arkasından artık sesli konuşuyorlar gelinler. Dile getirilen en güzel  anılarımız geçmişin yorgunlukları.

 

“Hayatımda hiç unutmayacağım, unutmak istemediğim vakitler, Tarladan gelirken ayaklarımızı faytonun arkasından sarkıtıp çekirdek çıtlarken kabukları peşimiz sıra dizmekti.” Dediğinde yengem, metropol telaşı sarmıştı bizi. Onları ise büyüttükleri çocuklarının geleceği.      

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim