• BIST 9679.82
  • Altın 2504.8
  • Dolar 32.582
  • Euro 34.8471
  • İstanbul 16 °C
  • Ankara 24 °C
  • Van 19 °C

Siyasal ve Dinsel Şiddetin Psikolojisi ve İslam

Yılmaz Günay

Şiddet nedir? Hangi davranış ve hareketler şiddet kapsamına girer? Ya da şiddet sadece bir davranış mıdır? Şiddetin mantığı nedir? İnsan neden böyle bir yol takip eder ki? Şiddete baş vuran varlık neyi amaçlar ve ne elde eder? Şiddetin kökeni nedir? Ya da şiddet varlığını neye/nelere borçludur? Ve İslam şiddete nasıl bir bakış açısı getirmiş ve nerede, nasıl ve ne zaman başvurmuştur?

Bunlar ve aklımıza gelebilecek konuyla ilgili diğer sorulara cevap verebilmek için herhalde öncelikle şiddetin tanımını yapmak gerekir. Bu tanımı yaptığımızda bir çok şeyin aydınlanıp gün yüzüne çıkacağına inanıyoruz. Sonra bu tanımdaki kavramlar üzerinde konumuzu açıklamaya çalışacağız.

"Şiddet : Uygulayıcısı tarafından bilinçli olarak karşıdaki kişiye ya da kişilere, kurum ya da kuruluşlara hatta canlı diğer varlıklara ( bitki örtüsü,hayvanlar, yaşam kaynakları vb.) çeşitli amaçlar adına çıkar elde etmek, onlara karşı üstünlük ya da hakimiyet kurmak, istenilen hal ve hareketlerin elde edilmesini sağlamak, imtiyaz ya da ayrıcalık sağlamak, saygınlık ya da sevgi kazanmak, kısacası maddi ve manevi çıkar ve menfaatlerin elde edilmesini sağlamak amacı ile fiziksel, sözlü, psikolojik ya da işaretler yardımı ile uygulanan kişi ya da kişilerin, kurum ya da kuruluşların hatta canlı diğer varlıkların ( bitki örtüsü,hayvanlar, yaşam kaynakları vb.) yaşam, özgürlük, irade, istek, hak ve sağlıklarına zarar verici, bu hakları ortadan kaldıran ya da geçici süre ile bunların ortadan kaldırılmasını sağlayan hal ve hareketlerin tümüne şiddet denilebilir."

Bu tanımda dikkatimizi çeken en önemli kavramlar üstünlük elde etme, hakimiyet kurma, psikolojik davranış olma kavramlarıdır. İnsanlar ve canlılar üzerinde hakimiyet elde etme arzusu ve onlara karşı üstün olma çabası bütün insanlarda olan bir davranış türüdür. İnsanın doğası gereği böyle bir arzu ve beklentisi olabilir.Vardır da. Bunun kabul görmeyen ve eleştirilen boyutu bu arzu ve isteğin şiddet içeren söz ve davranışlarla ortaya konulmasıdır.

Şiddetin psikolojik bir davranış olma boyutu, onu bu boyutuyla inceleyip değerlendirmeye almayı gerektiriyor. Bir davranışa değer biçme onu klinik bir olgu olarak incelemek ve eğer standartların üst ve altında ise belirli tedavi yöntemleriyle tedavi etmeyi gerektirir. Şimdi tam burada şöyle bir soru sorabiliriz.

Şiddet yaşam için gelecek, özgürlük, idealler ve düzen için bir yöntem midir, yoksa insanın ruhsal dengesini bozan psikolojik bir hastalık mıdır?

İnsan gelişim uzmanları çıkar elde etme arzusunu, hakimiyet kurma isteğini, güç olgusunu ve tahakküm kurma çabasını şiddet içeren davranışlarla elde etmeye çalışmayı bir hastalık olarak görmüş ve belirli tedavi yöntemleri uygulamışlardır. Bunlar, insan davranışlarını davranışın oluşma aşamasında geçirmiş olduğu yaşantılar sonucu oluştuğuna inanırlar. Bir davranışın oluşmasında kritik dönemler olduğunu belirtirler. Bu kritik dönemlerde elde ettiği davranış ömür boyu belli dozlarda bireyde gözlenir. Şiddete baş vurma, isteklerini birilerine zarar vererek kabul ettirmeye çalışma, hakimiyet kurma arzusu da bireyin davranışların oluşma aşamasında geçirmiş olduğu yaşantılar sonucu kazanılan bir özelliktir. Birey çocukluğunda mahrum kaldığı bazı arzularının, karşılanamamış beklentilerinin bir dışa yansıma durumu olarak ömrü boyunca istek ve arzularını elde etme yolunda şiddete başvurur. Birey bebekliğinde ve ilk çocukluk döneminde baskıcı veya aşırı derecede ilgisiz bir ailede büyüdüğünde bu kişiliğinin oluşmasında başat rol oynadığı için ömrü boyunca davranışları hep normalin dışında olur.

Sömürge ve baskı toplumlarında insanların şiddete daha çok meyilli olmaları psikologların bu tezini doğrulayan en önemli kanıttır. Toplumumuzda insanların gerek sosyal yaşamlarında ve gerekse ideolojik ve siyasal mücadelelerinde şiddete başvurmalarına çokça şahit oluyoruz.Gerek bireysel ve gerekse toplumsal manada her gün şiddet olaylarına şahit oluyoruz. Toplumumuzu saran bu şiddet saçmalığının toplumumuzu ve geleceğimizi tehdit eden boyutu gözler önüne serildikçe yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını çok daha rahat verebiliyoruz. Şiddet ve şiddete başvurma psikolojik bir hastalıktır. Şiddetin türü ve amacı ne olursa olsun bu onun tedaviye muhtaç bir hastalık olduğu olgusunu asla değiştirmez. Belki dozu ve şekli göz önünde bulundurularak mazur görülecek yer ve durumları olabilir ama bu onun hastalık olma olgusunu değiştirmez. Bu gerçeği teslim ettikten sonra sorduğumuz ve sorulması muhtemel aşağıdaki soruları sorabiliriz.Şunu da belirtelim ki biz burada bireysel şiddet durumunu, aile içi şiddet olgusunu, kadına yönelik şiddeti yani adi vakıa şiddet olaylarına değinmeyeceğiz. Çalışmamız daha ziyade toplumsal, siyasal ve dinsel şiddet vakıalarının psikolojik temellerini irdelemeyi amaçlamaktadır.

Bir çocuğun gözlerinin taa içine bakıp bize gülümsemesiyle bulduğumuz huzuru belki de hiç bir durum ve şart altında bulamayız. Bu sahne ve bu sonuç yerkürenin bütün coğrafyalarında, bütün ırklarda ve bütün renklerde aynı şekilde cereyan eder. Peki böylesine sevgi dolu bir çocuğun, ki bütün çocuklar sevgi doludur, gözlerini kırpmadan boğazlayan bir insan nasıl bir ruh haline sahiptir?

Ya da soruyu şöyle soralım; küçükken sevgi gülücükleri dağıtan, sevgiden başka da bir duygu bilmeyen, sevmeyi ve sevilmeyi biricik varlığı olarak bilen bir çocuk nasıl olur da bir bombayla bir şehri haritadan silecek kadar canavarlaşır? Bu çocuk nasıl oluyor da bir çocuğun boğazına bıçağı dayayıp boynunu bir hamlede koparacak kadar gözü dönmüş bir katile dönüşür?

Dünyaya huzur ve sükunet armağan etmeye çalışan, yaşamın en doruk noktasının sükunet ve sakinlikte olduğuna iman etmiş bir budistin, hem de bu dinin öğreticisi olan bir rahibin insanları diri diri yakacak kadar çılgınlaşmasına sebep olan duygu nedir?

"Sağ yanağına bir tokat vurulsa sol yanağını çevir" denilerek arınma suyuyla vaftiz edilen, böylece insan olarak doğmanın günahlarından arındırılan bir Nasrani'nin binlerce insanı, bir soykırım mantığıyla, toplu bir katliama tabi tutan bir sadist olmasına sebep olan şey nedir?

"Öldürmeyeceksin" emriyle büyüyen, bu emri her gece ninni olarak dinleyen bir çocuk nasıl olur da atom bombasını üretmek için gece gündüz çalışır ve nasıl oluyor da oyun oynayan çocukların üzerine misket bombaları yağdırır?

İnsanlık tarihinin yüz akı, insanın özgürlük ve hikmet nehri olan felsefe nasıl oluyor da "savaş tarihin babasıdır" diyerek savaşı bu kadar kutsar ve bu felsefe nehrinin en parlak yıldızlarından biri olan Friedrich Wilhelm Nietzsche nasıl olur da körleşerek şöyle der: "İyi bir savaştır, her müşkülü çözecek olan."

Her türlü yönetme, yönlendirme ve tahakküme baş kaldıran ve sınırsız bir dünya arzulayan anarşizm nasıl oluyor da bağnazlaşarak seksi ve saldırganlığı kutsar ve onları dokunulmaz kılar. Anarşizm her ne kadar bir yaşam tarzı, bir dünya görüşü ve bir hayat felsefesi olsa da aslında en yalın haliyle şiddet olgusuna bakışı onu patolojik bir hastalık durumuna getiriyor.

Anarşizm tahakkümü ve yönetilmeyi inkar edip, bunları ortadan kaldırmayı en kutsal görev olarak telakki etse de şiddeti ve seksi bir yaşam tarzı olarak kutsaması onu bir tahakküm rejimine, şiddetin en doruk noktasını uygulama noktası durumuna getiriyor.

İnsanlık yolculuğunun geldiği en doruk nokta olarak insanlık onurunu, insanlığın özgürlük ve mutluluğunu varlık sebebi olarak gören hümanizm nasıl oluyor da kendi coğrafyasının biraz daha bolluk içinde yaşaması için binlerce üçüncü dünya çocuğunun ölmesine göz yumup rıza gösteriyor. Hümanizmin bir felsefe olarak, bir dünya görüşü ve insanı ve de eşyayı yorumlama biçimi olarak geliştiği yüzyıllarda sömürgecilik neden en doruk noktasına ulaştı?

Bir insan ya da bir organizasyon neden kameraların önünde bir çocuğun boynunu keser ve en önemlisi bunu neden kameralarla tüm dünyaya izletir? Böyle bir vahşetin nasıl bir tepki doğuracağı hesap edilmeden mi yapılıyor? Bunun en ince hesabının yapılmadığına, tepkinin yönünün ayarlanmadığına kim kimi ikna edebilir?

Bir hadiste de Hz. Peygamber; "İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin karşısına geçtiklerinde katil de maktul de cehennemdedir" diye buyurdu. Sahabenin, katil gibi maktulun de cehennemlik olmasına bir anlam verememeleri üzerine, Hz. Peygamber, "Çünkü maktul de diğerini öldürmeye isteklidir." dedi. Bunu okuyup bilen bir müslüman hangi duygu ve beklentiyle camileri bombalar ve onlarca Müslümanın ölümüne sebep olur?

Adı esenlik olan, Tanrısının en büyük özelliği merhamet olan, Peygamberi "Ben kuru et yiyen Kureyşli kara derili bir kadının çocuğuyum" diyerek mutevaziligini tüm dünyaya ilan eden, "dünya benim için yolculuk esnasında gölgesinde gölgelendiğim bir ağaçtan öte bir şey değildir." sözüyle dünyaya tamahsızlığını anlatan bir peygamberin getirdiği dinin müsebbipleri nasıl olur da bu merhamet tanrısının ve rahmet Peygamberinin adını anarak insanların boğazını kesiyorlar, onları domuz bağlarıyla boğuyorlar.

Gurur şirktir, tanrıya ortak koşmaktır diyen dinlerinin öğüdüne rağmen kendilerini tanrının koltuğunda görerek insanları cennetlik-cehennemlik diye yargılayıp cehennemlik dedikleri insanları öldürme ve yok etme yarışına giriyorlar. Bunları öldürerek cennete gireceklerini söylüyorlar.

Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Fakat bu çalışmamızın sınırlarını aşacağı için bu kadarıyla yetinelim. Ve bu soruların bize çizeceği ufuk çerçevesinde konumuza dönelim. Bu soruların hepsinde de vurgulamaya çalıştığımız şey bu şiddet ve saldırganlığın psikolojik temellerini irdelemektir

Yukarıda sorduğumuz bütün bu sorulara her insan kendi bakış açısına göre cevaplar verebilir. İnsanlar cevap verirken tabi ki sahip oldukları felsefi dünya görüşü, dini inançları çerçevesinde cevaplar verecekler. Biz burada verilmesi muhtemel bu cevapları sorgulama yoluna gitmiyoruz. Biz kendi cevabımızı Kur'an-ı Kerim çerçevesinde şöyle veriyoruz:

Bütün bu sorulara Kur'an meleklerin insanı tanımlarken ki ifadeleriyle cevap verir. Allah'u Tebareke ve Teala insanı yaratmaya karar verip ve bu kararını meleklere bildirdiğinde melekler şöyle derler; "Bizler seni övüp tasdik ederken sen yeryüzünde kan akıtıp bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın?" derler.

Evet insan içinde ilahi ruhu barındırmanın yanı sıra bozgunculuk yapma ve kan akıtma özelliğini de barındırır. İnsanın en önemli özelliklerinden biridir yeryüzünde fitne çıkarıp kan akıtmak. Meleklerin bunu nereden bildiği mevzusu bir yana, yaptıkları bu tanımlama maalesef biz insanoğlunun bütün insanlık tarihi boyunca hiç vazgeçmeden ortaya koyduğu en yalın ve en bariz özelliklerimizin başında gelir. Biz insanoğlu olarak kan akıtmayı neredeyse yaratılış gayemiz durumuna getirmişiz. Öyle ki insanoğlunun kutsal metinlerde anlatılan ilk davranışı bir cinayet olayıdır.

Hz Adem'in iki oğlu arasındaki mücadeledir: Bu mücadele sonucu Kabil kardeşi Habil'i öldürerek meleklerin sözlerinin doğruluk ve hakikatine adeta şahitlik yaptı. Bu olaydan sonra da hiç bir zaman kan ve cinayet yeryüzünde eksik olmadı. İnsanlığın bu öldürme güdüsü, kan akıtma alışkanlığının altında yatan en önemli gerekçe hiç şüphesiz tahakküm oluşturma ve güç arzusudur. İnsanlar ve topluluklar hep başkalarının üzerinde tahakküm oluşturma ve siyasal, ekonomik ve toplumsal gücü elde etmek için şiddete hep başvurmuşlardır. Yani dememiz odur ki; politik ve dinsel şiddetin altında yatan en önemli ve belki de yegane sebep tıpkı bireysel adi vakıa şiddet olaylarında olduğu gibi güç ve tahakküm oluşturma arzusudur. Şiddete başvuran bu gruplar amaçlarını ve eylemlerini ideolojik ve dinsel söylemlerle açıklama yoluna gitseler de ve sahip oldukları ideolojiden ve de dinden davranışlarına gerekçe olabilecek birçok delil bulsalar da bu delilleri ve bu söylemleri aslı gerçeği değiştirmez/değiştiremez.

İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. İmparatorların toprak fethetme çabalarının altında yatan en önemli gerekçe hiç şüphesiz güç elde etme arzusudur. Onların bu çabalarını incelediğimizde gücün ne kadar kutsandığını aşikâr olarak görebiliriz. Büyük İskender'in seferleri, Gelmemelerin Fetih hareketleri, Haçlı Savaşları, Osmanlıların bitmek bilmez savaşları, Sömürgecilik Faaliyetleri, Coğrafi keşifler, Dünya Savaşları, soğuk savaş dönemi savaşlar ve ideolojik çekişmeler ve günümüzde devam eden bütün savaşların en önemli ve birincil sebebi güç elde etme mücadelesidir. Bunlar ve tarihteki bütün savaş ve çekişmeler bunun örnekleridir.

Savaşlar yeryüzünde bitmemiş olsa da, tahakküm ve güç elde etme isteği varlığını her daim sürdürmüş olsa da, aslında insanlık tarihinde asıl olan ve devamlılık arz eden sükûnet ve suhulettir ama tarih yazıcılığı olay örgüsü üzerinden yapıldığından biz tarih kitaplarında daha çok savaşı ve doğal olarak da şiddeti görüyoruz. Tarih kitaplarının yapraklarını savaşlar, katliamlar ve iktidar mücadeleleri dolduruyor. Oysa binlerce yıllık insanlık tarihi bu olaylardan ziyade daha insanidir ve daha paylaşımcılık üzerinde gelişmiştir. Halkların sükûnetle varlıklarını devam ettirmeleri tarihçilerin pek dikkatini çekmemiştir. Normal davranışlar tarihte dikkat çekmediği için maalesef kayıt altına da alınmamıştır. Tarihçiler daha ziyade sultanların ve imparatorların savaş ve mücadelelerini kayıt altına almışlar. Sosyal tarih yazıcılığı son yüzyıllarda gelişmeye başlayan bir daldır.

Örneğin bindörtyüz yıllık İslam tarihi ve Müslüman halkların tarihi daha çok yaşamı anlamlandırma ve güzelleştirme üzerinde gelişmiştir. Halkların sosyal yaşamında siyasal ve dinsel şiddetin olduğu pek söylenemez. Yaşanan bazı arızi olaylar bu gerçeği değiştirememiştir. Halklar İslam’ın barışçı ruhunu yaşarken ve İslam peygamberinin getirmiş olduğu mesaja göre hareket ederken sultanlar ve bazı muhalif grupların bu mesaja göre hareket ettiği pek söylenemez.

Tarih biliminde belki faraziyeler üzerine konuşulamaz ama herhalde gelecek için şöyle bir soru sorabiliriz. Tamamen geleceği planlama ve gelecek için soruyoruz bu soruyu; bundan sonraki hareket ve mücadelemizde vereceğimiz bu cevap doğrultusunda hareket etmek için soruyoruz bu soruyu. Soru şu:

Hz. Peygamberden sonra O'nun Medine pratiği değil de Mekke pratiği takip edilmiş olunsaydı, Emevilerin içerideki muhalefeti susturmak için giriştikleri Fetih hareketleri yerine misyonerlik tarzı tebliğ faaliyetlerine ağırlık verilseydi, komşu ülkelerin iktidarlarını hedef alma yerine halklarına gidilip onlarla direkt ilişkiler kurma yoluna gidilseydi, diğer halklarla İslam mesajı arasına savaş ve kılıç yerine diyalog ve kalem girseydi, Kur'an'ın ruhuyla daha çok uyum içinde olan Hz Peygamberin sahabi öğretmenler faaliyeti daha çok öncelenip hararetle uygulansaydı acaba bugün dünyada din haritası nasıl bir şekil almış olurdu?

İslam peygamberinin getirdiği mesaj dikkatli bir şekilde incelendiğinde ve peygamberin pratiğine bakıldığında şiddetle ve tahakküm kurma hırsıyla bu mesaj ve peygamberin pratiği arasında çok keskin sınırlarla çizilmiş bir hat olduğu görülecektir. Ve eğer şiddet iyi tahlil edilirse onun, İslam peygamberi tarafından asla kabul edilmeyen bir olgu olduğu görülecektir. Olgudur çünkü gerçekliktir.

Eğer şiddet bir gerçeklikse dünyayı, hayatı, tabiat ve eşyayı dizayn etmeyi, her şeye ve her duruma bir şekil ve anlam vermeyi hedefleyen ve ona göre ilkeler getiren İslam, bu şiddet olgusuna da bir şekil ve anlam vermeliydi. Ki olan da bu oldu; İslam peygamberi kendisiyle şiddet olgusu arasında derin hatlarla çizilmiş bir sınır koydu.

Siyeri sırf bu olgu çerçevesinde incelediğimizde göreceğim şey İslam’ın bu olguyu bir olgu olarak kabul etmekle birlikte buna başvurmayı pekte düşünmediği, ya da bunu kendine yol edinmediği, şiddeti kullanma olgusunu çok katı kurallara bağladığıdır. İslam’ın, ortaya koyduğu bu katı kurallara uymamayı ve uymayanı ısrarla dışladığı görülecektir.

"Kim bir insanı haksız yere öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir."

Bu ayette anlaşıldığına göre haksız yere öldürme olduğu gibi haklı yere de öldürme vardır. İslam cinayete bir tek haklı gerekçe belirlemiştir; o da bir cana kıymanın karşılığı olarak bir cana kıymaktır. İslam insanoğlunun bütün davranışlarına olduğu gibi şiddet ve güç içeren davranışlarına da bir sınırlama ve bir düzen getirmiştir. Başı boş ve kuralsız şiddet kullanımını yasaklamış ve cezalandırmaya da sınırlılık getirmiştir. Ceza hukuku ayetlerinin uygulanma şartları ve dozu bunun boyutunu ortaya koymuştur.

İslam, güç elde etme arzusuyla ortaya konulan şiddeti bir hastalık olarak görür. İslama göre şiddet ve tahakküm kurma arzusu tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Böylece Hz. Peygamber başıboş şiddetle kendi arasına mesafe koyduğu gibi tahakküm kurmak için kullanılan şiddeti de ısrarla lanetlemiş ve bütün mücadelesini bunu ortadan kaldırmak için vermiştir. Peygamberin yapmış olduğu savaşlar, daha doğrusu yapmak zorunda kaldığı savaşlar, baskı içeren bazı kurallar ve uygulamalar bize bariz bir şekilde şunu gösteriyor ki İslam Peygamberi güç arzusunu terbiye etmeyi planlamış ve bunu başarmak için çabalamıştır. İslam Peygamberi’nin şiddete başvurmak zorunda kaldığı durumlar, siyak sibakıyla incelendiğinde ve o anki davranışlarına bakıldığında görülecek olan şey şudur: Ruhsal olarak böyle bir durumla karşı karşıya kalmanın verdiği acıyı her zaman yüreğinde hissetmiştir.Bir de şu gerçeği gene vurgulamak gerekir ki kullanmak zorunda kaldığı şiddet ve şiddeti çağrıştırabilecek bütün eylemleri zorbalığı ve tahakkümü ortadan kaldırma çabasıdır. Bunun haricinde asla şiddeti mazur görmemiştir.

İslam Peygamberi şiddete başvurmak durumunda olduğu zamanlar sonuç alma olgusuna çok büyük önem vermiştir. Biz şunu da biliyoruz ki Hz. Peygamber’in yolunu çizen ve O'na nerede, hangi adımı atacağını bildirip bunu belirleyen bizatihi Allah Teala ve Tebareke’dir. Yani Peygamberin hareketlerinin zamanlamasını belirleyen Allah'tır.

İslam Peygamberi, Mekke'de karşılaştığı her türlü baskı ve şiddete rağmen hiç bir şekilde güç kullanmaya baş vurmaması, buna karşılık Medine'de bir kadının başörtüsünü çıkaran Yahudileri şehirden sürmesi; Hüzün yılında Müslümanların bütün mal varlıklarına el konulmasına karşın hiç tepki göstermemesine rağmen Medine'ye gider gitmez Mekkelilerin ticaret kervanlarına saldırması; Mekke'de kendisine yapılan her türlü işkence ve suikast girişimlerine ses çıkarmayıp Medine'de bir suikast girişimine maruz kalınca, bunu planlayanlara savaş açması ....

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ama sanıyorum meramımız anlaşılmıştır; Şunu demek istiyoruz: Allah Teala ve Tebareke şiddete başvurmayı sonuç alma şartına bağlamıştır. Sonuç alınamayacak bir şiddet hareketi cinayetten öte bir şey değildir. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz başı boş şiddet budur. İslam Peygamberi, bu şiddet ile kendisi arasına keskin sınırlarla bir hat çizmiştir. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için bir soruyla olayı biraz daha açalım.

Bugün zamanın süper gücü olan ABD'ye karşı bazı küçük devletlerin veya örgütlerin silahlı mücadelesinde savaşı kim kazanır? Bu savaşın galibi hiç şüphesiz ki ABD'dir. O zaman soru şudur; böyle bir savaşa karar verip girişen yapı, oluşan tahribattan hiç mi sorumlu değildir? İşte İslam Peygamberi, bu tahribatın sorumluluğunu bildiğinden Mekke'de, yani iktidarı ele almadan böyle bir şeye başvurmamıştır.

Son olarak şunu da söyleyelim ki, şiddet bir iktidar olgusudur; İslam ise iktidarı terbiye eder. Şiddete getirdiği sınırlamalar ve adalete yaptığı vurgu bunun göstergesidir. Bir de Kur'an'da hükümdar peygamberler haricinde şiddete baş vuran hiç bir peygamberin olmaması da bunun en bariz göstergesidir.

Yazarın Diğer Yazıları
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim