• BIST 9879.61
  • Altın 2435.681
  • Dolar 32.5203
  • Euro 34.8906
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C
  • Van 17 °C

İslam Ahlakı – Batı Etiği İkileminde Post Modernitede İslam’ın İmkanı

Zeynep Karataş

İnsanlığın en kadim meselelerinden biri bulunduğu zamanı ve koşulları anlamlandırma ve bir cevap üretme çabasıdır. Gerek dini, gerekse diğer tarihsel metinlerde bu anlam  arayışına dair çokça izler bulmaktayız.  Bu arayışı, insanlar bir din, bir inanç üzerinden takip ederken bilim ise merkezine aklın yüceliğini alıp   tarihten bugüne doğru aklın, gözlemin yegâne eleyici güç olduğunu kabul eden bir yolculukla gerçekleştirmekte. Anlam dünyamızı inşa ederken tutunduğumuz tavır, durduğumuz yer bu inşanın temel taşlarını belirlemekte, nihayetinde sonucu zorunlu olarak etkilemektedir.

Gökyüzüne bakan İbrahim Peygamber ile yine aynı gökyüzüne bakan Galileo farklı sonuçlara varmış olsalar da benzer şeylerin peşinde olduklarını, "anlam"ı aradıklarını söyleyebiliriz. Batı medeniyetinin fikir kanalları, kilometre taşları ve yaşanan süreç başka bir yolla izlenmişse de nihayetinde Doğu Medeniyetiyle buluştukları en bariz ortak noktanın "anlam arayışı" olduğunu söyleyebiliriz.

Çağlar boyu süren bu  yeni arayışlardan biri de muhakkak modernizm olarak adlandırılan safhadır. Artık modernizmin son perdesini oynadığını düşünen Batılı entelektüellerin yeni bir arayışın içine girdiklerini ve bu arayışla yönlerini ötekileştirdikleri, küçümsedikleri, arşiv gibi incelemekle yetindikleri Doğu-İslam Medeniyetine gözlerini tekrar çevirdiklerini görüyoruz.

Tekrardan Etik-ahlak ikilisine dönecek olursak, arasındaki nüansı soyut haliyle konuşmak değil de örneklendirmek gerekir belki de; mesela uygulamalı etiğin de tartışma başlıklarından biri olan kürtaj konusu üzerinden konuşulabilir; savunmak için de karşıtı olmak için de aklî açıklamalar, nedenler tespit etmek zorundadır Batı etik insanı. Kürtaja karşıdır, çünkü insanın yaşam hakkının başlangıcı ve annenin rolüne yüklediği mantıklı açıklamaları vardır, kürtajı savunuyordur yine çünkü...

Burada ipucu "çünkü" kelimesinin cevabı  olan akıldır. "Aklın yolu birdir" sözünün aksine aklın varacağı sonuçlar değişebileceğini ve sabitelerinin olmadığını görüyoruz. Oysa ahlakî insan her meseleye akli bir cevabının olmasına gerek duymaz ve düşünmenin sonucunda bir norm oluşturmaz. Ahlakî normları ya dini ya da toplumun biriktirerek ve eleyerek ulaştığı kanılara dayanır. Hal böyle olunca  içinde doğduğu ahlakı önce benimser sonra açıklamalar yapar. Hırsızlık yapmanın "kötü" bir şey olduğuna karar verildiği için hırsızlık "haram" değildir doğunun ahlakında, haram olduğu için "kötü" dür...

Batının etik insanı "her şeye aklı yeten" iken, doğunun ahlakî insanı akledebileceği konular olduğu gibi aklının yetmeyeceğini, bir üst akla yani ilahi veya toplumsal bir akla ihtiyaç duyulan durumların varlığına da inanır. Kısaca; Batı düşünür , Doğu hisseder ve eksik olduğunu kabul edip "kamil insan" olmak için çaba sarf eder.

Her şeye aklı eren etik insanın, yükü ve sorumluluğu çok ağırdır; evini boyamayı da, bozulan saati tamir etmeyi de, en iyi yönetim şekli üzerinde düşünmeyi de, en iyi öğretme metodunun ne olması gerektiğini bilmekle mükellefiyeti olduğunu düşünür. Bütün bu sorumluluklara karşı bir türlü yetersizliğini kabul edemeyip üstüne üstelik altında ezildiğinde ise özgüven kaybıyla birlikte boşluğa düşmektedir.  

Doğunun ahlakî insanının " kaldıramayacağı yükün kendisine yüklenmeyeceği " inancı, sorumluluklarında bazen yaşanan aksaklıkların "tövbe" ile düzeltilmesinin mümkün olduğunu bilmenin, tevekkül dediğimiz elinden geleni yaptıktan sonra kişiyi  aşan bir "takdir eden" in olduğuna inanmanın, üstesinden gelemediği işi havale edebileceği bir makamın olduğunu bilmenin, her şeyin cevabının bu dünyada olmayacağını, bazı iyiliklerin de kötülüklerin de başka bir boyutta cevap bulacağını düşünmenin  getirdiği bir mutmain kalp vardır. 

Batının etik insanı ile doğunun ahlakî insanı arasındaki en büyük fark bana göre  "şükürsüzlük" tür, öyle ki  bir tarafta bütün olumlu/olumsuz gelişmelerin ana belirleyicisi kendisi olduğunu düşünen etik insan, diğer tarafta ise hayırda da şerde de cüzî bir iradesi olduğunu bilen ahlakî insan vardır.

İşte bu “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster” mottosuyla   aydınlanmanın parolası hızla entelektüeller arasında yayılırken ancak sağduyulu azınlık olan bir kısım batılı alim  aklın yarattığı tahribatlar karşısında yaşadıkları hayal kırıklığı ile doğulu insanın hikmetine gözlerini çevirdiler.

Toplumsal inşanın merkezine yerleştirilen,  mihenk taşı görevi gören akıl endeksli etik insanın sorumluluklarla donatılmış  bir asker olduğu dönemde, artık bu düşünme biçiminin miadını doldurduğunu söyleyen  ZygmuntBauman'ınmodernizme yönelik eleştirilerine geçmeden önce "Tanrı öldü" diyerek batının Tanrısını yediğini,  kendisine de bunu ilan etmenin düştüğünü söyleyerek çok sert bir biçimde batı aklını eleştiren Alman düşünür Nietzsche'nin yüksek sesle ilk karşı çıkanlardan olduğunu söylemek gerekir ki kendisi  dönemine değil iki asır sonrasına seslendiğini belirtir. Modernizmin iflasını önceden öngörmüş bir kahin gibi akıl sarhoşluğu yaşayan toplumuna karanlık günlerin geleceğini anlatmaya çalışmış ve yönünü doğuya çevirmiştir.

Yine modernizmin karanlık yüzünü Zygmunt Bauman da- belki de modern etiğin iflası sayılacak soykırımı yaşayarak ( Holocaust)- eleştirisini somut sebeplere dayandırarak ve modern çağın teknik sorumluluğa dayalı, kurallara karşı etiğini değil de, "öteki"ne karşı sorumluluk geliştiren bir "başka" etik arayışına girdiğini söyleyebilirim.

Bauman’a göre  modern düşünce, seçkinci bir ideolojiyi  barındırmakta, toplumu en mükemmel birliktelik biçimine ulaştırmayı amaç edinmekte ve bu anlamda bünyesinde mühendisçe  bir anlayışı taşımaktadır. Bu mühendisçe  anlayışın uzantısı olarak  modern dönemin temel karakteristiğini  yansıtan, iş bölümü ve beraberinde doğan teknik  rasyonalite, bürokratikleşme ahlakî alanı da inşa etmeye  kalkıştığında, beklenenin aksine insanî eylemin  ahlaki karakterini yitirmesine sebep oldu  ve aklın kullanma kılavuzluğunda bir ahlakla uzun süre devam edilemeyeceğini Bauman’ın “modernizmin karanlık yüzü “ dediği  Nazilerle daha net ortaya çıktı.

Modernizmin akılın yüceliğine yaptığı vurguya Müslümanların cevabı ya olumlama ya da tamamen reddetme şeklinde iki keskin cevap oldu, belki bu çağa ifrat ve tefrit dışında daha itidalli bir cevap üretememiş olmanın yaşattığı travmaları Müslümanlar bugün hala sancılı bir şekilde yaşamakta ve modern çağa anlaşılır, anlamlı bir şeyler söylemekte zorlanmaktadırlar. Ve ne yazık ki aklın eleştirisi yine aklın yüceltildiği coğrafyadan geldi ve değişen zamana, koşullara yeni şeyler söyleme çabasıyla modernizm sonrası anlamına gelen post-modernizm denmeye başlandı bu günlere. Artık büyük toplum mühendisliklerine, toplumu toptan inşa etme çabalarına, her büyük anlatıya karşı kuşkuyla bakılmaya başlandı. Başarısız bir tecrübe olarak toplumu teknokratça düzenleme çabasındaki modernizme eleştiriler onun kestirilememiş olumsuz sonuçlarına karşı yeni bir durum tespiti yapılmasına  ve çözüm yolu olarak da, daha göreceli, daha çeşitliğe yatkın, daha diğerine tahammüllü bir algının gelişmesi gerektiği öne sürüldü.

Şimdi postmodernizm ve İslam meselesine geldiğimde, postmodernizmi merkeze alarak bir İslam okuması yapmaktan bahsetmediğimi baştan söylemem gerekir, hatta postmodernizmin parametreleri ile İslam’ın parametreleri arasında bir kıyaslama yapmayı da amaçlamıyorum, daha çok postmodern bir çağa girişin ilan edildiği bir süreçte  İslam'ın imkânına bir cevap arıyorum.

Bu yeni sürece  Müslüman olarak baktığımızda bir duruşumuzun, bir cevabımızın ve “anlam”larımızın olması gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum. Modernizmi daha anlamlandıramadan, ya toptan kabul edip ya da toptan reddederek cevapsız bir soru olarak atlandığını  kabul edip ve devamında bu farklı göstergeleri olan  döneme eğer cevap üretilmezse, anlamlı tutum geliştirilmezse  modernizme karşı Müslümanların yaşadığı travmanın bir benzerini post-modernizmde yaşamaları kaçınılmazdır.

Avusturyalı din sosyologu  Peter L.Berger  artık ideolojilerin sonuna gelindiğini ve yeni dönemde Sekülerizmin ve dinin mücadelesine tanıklık edeceğimizi vurgular.  Dindarlar  ya Protestanlık tecrübesi gibi dünyevileşecek  ya da  sekülerler gerçeküstünü yeniden keşfederek dine yaklaşacaklar. 

Bu yüzden Müslümanlar tutum olarak dünyevileşmeden ve  koşullarını değerlendirerek bulundukları zamana bir tutarlı cevap verebilmek için kendi öz değerlerini yeni dönemin çok çeşitlilik, çok kültürlülük  ortamına uyarlayabilmenin imkânını sorgulamak mecburiyetindedir. Bana öyle geliyor ki Medine Vesikası üzerinde tekrardan düşünmek dünyeviliğin hakim renk olduğu bu dönemde dindar Müslüman’ın içe dönük bir din yerine daha dışa dönük ve anlamacı bir yaklaşım geliştirmede olumlu bir katkısı olacağını düşünüyorum.

    Bu konuda bir Müslüman ilahiyat alimi olan  Ahmad El-Akbar  “İslam ve postmodernizm” kitabında henüz çok yeni anlamlandırılmaya, tarif edilmeye, çözümlenmeye  çalışılan bu süreçte Müslüman olmanın ve bir cevap üretmenin imkanını araştırmaktadır. Elbette süreci anlamadan, Müslümanca bir eleştirinin de imkânsızlığını söylememe gerek yoktur, bu yüzden dünyanın gidişatına geç kalma lüksü olmayan Müslümanların ahlakî değerleri ile  bulundukları çağı doğru  okuma çabasında olmaları gerektiğini düşünüyorum ve kendilerine kadavra gibi davranılmasını beklemeden, ameliyat masasında oryantalist bakışların inceleme konusu olmadan çağı okuyan, sorgulayan ve gerektiğinde dünyanın gidişatına doğru sorular sorup, cevaplar bulabilen bireyler olması gerektiğine inanıyorum.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim